ANA SAYFA » RÖPORTAJLAR » Geçmiş Zaman Söyleşileri » Rasim Özdenören
Siz yazıyla hangi sanatı birbirine benzetiyorsunuz? Müzik, resim, heykel...
Yazı, bir veçhesiyle fotoğrafa benziyor. Düşüncemizin bir enstantenede dondurulması olarak bakabiliriz yazıya. Bir fotoğrafın okunması ne denli çeşitlemeye açıksa, bir yazının okunması da o denli çeşitlemeyi içerir. Bu demektir ki bir düşüncenin yazıyla bir enstantene halinde sabitleştirilmesi, onun tek boyuta indirgenmesine değil, bilakis çeşitlenmesine yol açar. Gelip geçici olan bir düşünce, bir anın içinde sabitleştirildiğinde, onun o sabitleştirilmiş çerçevesi içinde durup düşünme imkânını ve fırsatını ele geçirmiş oluruz. Aksi takdirde o düşünce zihnimizden ve belleğimizden kayıp gitmiş ve üzerinde bir daha durmak ve düşünmek fırsatımız da ebediyen yitmiş olurdu.
M. Duras “Yazmak, insan yazsaydı ne yazardı, bunu öğrenme çabasıdır.” diyor. Siz bu sözü nasıl anlıyorsunuz?
Ben bunu şöyle anlıyorum: Yazmadan önce yazar, ne yazacağını bilmez. Yazmak işi yazarın ne yazacağını öğrenme çabasıdır. İnsan ne yazacağını önceden bilseydi zaten yazmasına gerek kalmazdı ve yazma işi zahmete değer bir iş olmaktan çıkardı.
Peki siz bunu kabul ediyor musunuz?
Tam tamına değil. Çünkü yazmaya başlamadan önce insanın yazacağı şey hakkında hiçbir şey bilmediği ve onu yazıyı yazıp bitirdikten sonra öğrendiği faraziyesi, gerçek olanla tam örtüşmüyor. İnsan yazmaya tümüyle boş bir kafayla başlamıyor. Zihin, yazmaya başlamadan önce yazacağı hakkında tümüyle boş bir plak halinde bulunmuyor. Hatta bunun tam tersini düşünmek, akla ve gerçeğe daha uygun düşüyor. İnsan, ne yazacağını önceden biliyor ve onu yazmak üzere eline kalemi alıyor diyebiliriz.
Her yazı yazan yazar mıdır? Yazar diye kime diyoruz?
Burada sözünü ettiğimiz yazar, elbette “modern zamanlarda” ortaya çıkan bir mesleğin mensubu olan bir kişiyi istihdaf ediyor. Modern zamanlardan önce de insanlar yazıyordu. Ama bugün kullanıldığı anlamda yazarlığı meslek haline getirmiş kimseler değildi onlar. Olayın ırası yazılan yazının hacmiyle de ilgili değildir. Bir İbn Arabi’nin beş yüz cilt tutan eser verdiği söyleniyor. Bir Mevlana’nın yazdıkları gene binlerce beyitle ifade ediliyor. Bir İmamı Rabbani’nin yazdıkları binlerce mektubu tutuyor. Ama bu insanlara gene de günümüzde kullanıldığı anlamda yazar diyemiyoruz. Çünkü günümüzde kullanıldığı anlamda yazarlık “yeni” bir olaydır. İşte bu yeni olan olay muvacehesinde yazar diye adlandırdığımız kişi kimdir? Her yazı yazabilen kişi yazar mıdır? Bu soruyu, yazılanın kalitesi bağlamında da sormuyorum. Yazı kaliteli olsun veya olmasın, o yazıyı yazan kişilerden hangisine yazar diyoruz, hangisini aynı adla çağırmıyoruz?
Sanırım, en başta kişinin kendini ne olarak gördüğü öne çıkıyor. Kişi yazı yazarken kendini yazar olarak mı görüyor, yoksa yazı onun yaptığı bir işin bir uzantısı olarak mı ortaya çıkıyor? Eğer böyleyse ve mesela kişi, işi icabı yazı yazmak zorunda bulunuyorsa onun yaptığı işi yazarlık olarak görmüyoruz. Bir avukat da mesleğini icra etmek için yazı yazmak zorundadır. Veya bir müfettiş, teftişini yazıyla raporlar haline getirir. Ama biz onların yaptığı işi yazarlık olarak görmüyoruz.
Kendini yazar olarka gören kimse, kendisini yazıyla ifade etmediği zaman kendini görevini ifada ihmale düşmüş biri olarak görüyorsa, bence o kişiye yazar dememiz gerekiyor.
Yazıda tasarının, planın rolü nedir?
Ben, yazarların dağınık ve sınırları pek iyi belirlenmemiş de olsa, belli bir taslakla, belli bir konu üzerinde iyi kötü yoğunlaşarak yazmaya başladıklarına kaniyim. Yazma esnasında daha önce öngörülmemiş bir kelimenin veya bir fikrin ortaya çıkması mümkündür. İşte o anda, yazar, kendini bu yeni fikrin mecrasına bırakıyorsa veya o anda zuhur etmiş olan kelimenin çağrışımıyla ilk tasarısını ihlal ediyorsa ve buradan önceden tasarlanmamış olan yeni bir yazının yolu açılıyorsa; bu durumun olsa olsa ilk tasarının değiştirilmesi ve yeni bir tasarının uygulanmaya konulması olduğunu söyleyebiliriz. Yani elimizde, başlangıçta bir tasarı vardı, uygularken onu değiştirdik.
Hiç tasarlanmadan çıkan yazılar olur mu?
Olur tabii. Böyle yazılar, durduk yere işlenen cinayet gibi durduk yere ortaya çıkabilir. Bu durum bende ender olur. Ama tasarlamadan yazanlar için sanıyorum daha sık vaki olmalıdır. Önünde kâğıdı, elinde kalemi, masasında oturan bir yazar, durduk yere kâğıdına “bi şeyler” çiziktirirken, kelimelerle oynarken, bakarsınız, kendini çağrışımların seline kaptırmış gidiyor. sonunda, ortaya pek ala bir şiir ya da bir öykü veya bir denem çıkmış olabilir. Acaba gerçekten bu çiziktirmelerden elde edilen yazı büsbütün hazırlıksız mı elde edilmiştir? Asıl mesele bu.
...
Röportajın tamamı için:
https://fikircografyasi.com/makale/rasim-ozdenorenle-yalnizlik-ve-yazmak-uzerine-sohbet
Bir kitabı okurken “Ne güzel kitap!” diyoruz. “Yazar da tıpkı benim gibi düşünmüş.” diyoruz. Okurun bu heyecanı, yazarla aynı frekansta buluştuğunu, yazarın söylemek istediklerini anladığını mı gösterir sizce? Yanlış, şöyle dememiz gerekir: “Bunu daha önce hiç düşünmemiştim, ama galiba doğru.” Yahut, “Belki şimdi anlayamıyorum, birkaç gün sonra anlarım.” Önce teslimiyet, anlamak cehdi. Yazarın gerçekten değeri varsa, bir hamlede kavrayamazsınız. Söylemek istediklerini bütünü ile söyleyemez yazar, söylemek de istemez. Gizler, istiarelere başvurur.
Sizin hayalle aranız nasıl? Hayal kurmayı ne kadar ilerlettiğimi bilemezsiniz. Artık aslı olmadığı halde sadece ruhumu biraz olsun dinlendirdiği için eski günlerin, kısır, saçma hayallerimin yıl dönümlerini kutluyorum. Hayalini kurabileceğim bir şeyler yaşamadığım [zamanlar] hayalini kurduğum şeylerin hayalini kuruyorum.
Na’t şiirin neresinde duruyor? Peygamber nasıl insanın ufkuysa, na’t da şiirin ufkudur. Na’t, insanın, insanı, kendini Peygamber’de araması, gerçeği onun çevresinde dolaşarak bulmaya çalışması, ona yaklaşmaya çalışarak yaradılışın sırrına erileceğini idrak edişidir.