ANA SAYFA » KİTAPLIĞIM » EDEBİYAT AİLEM » Sümeyra İkiz
TIRTILDAN DAMLAYAN MÜREKKEP
Sahaf dükkânına her gün pek çok insan gelirdi. Ama o gün, kapısının önündeki dut ağacından içeriye giren küçücük bir tırtıldı.
Sabah rüzgârıyla yalpalayan ağacın tüylü yapraklarından birinin kenarını ısırmak üzereyken yere düşmüş, yumuşacık gövdesi toza, toprağa bulanmıştı. Ters düştüğü yerde başıyla ayaklarını birleştirip tortop olmuş, bir süre hareketsiz kalmış, sonra tutunamadığı ağaca yüz vermek istemezmiş gibi yan dönüp açıla kapana pürtüklü kaldırımda ilerlemişti.
Sırtı kırmızı, beyaz ve turuncu çizgilerle; gövdesinin iki yanı, alımlı mavi tüycüklerle kaplı bu hayvanın, boylu boyunca efsunlu benekleri vardı. Düştüğünde göğsündeki üç çift ayağından birini inciten tırtıl, kapısından topallayarak girdiği bu dükkânda, rast geldiği şeyleri ihtiyatla yoklayıp eskimiş kitapların sıralandığı dolaplardan birinin ayağına tırmanacak, sonra da bir köşeye yerleşecekti.
Dışarıdan bakılınca terk edilmiş hissi uyandıran bu dükkân, içeriye girildiğinde ağaç ve kitap kokuyordu. Rafların üzerinde hareket ederken bir akordeon gibi açılıp kapanan tırtıl, meraklı ve cesur bakışlarıyla çürümüş tahtalarda, dolapların üstlerinde ve kitapların arasında dolaşırken mavi tüyleri sarıya dönüyordu.
Bazen ne olduğunu bilemediği sesler duyuyor, bunu raflardan gelen gıcırtılar takip ediyordu. İşte o zaman kabarıyordu tüyleri. Gözlerini iri iri açıyor, saklanacak delik arıyordu. Bu dükkânda her yer kitaplara ve tahtalara saldıran larvaların öğüntüleriyle doluydu ve bazen bu tepecikler minicik hayvanın şaşkın bakışları arasında sağa sola yürüyordu.
İçeride bir masa vardı; üstünde pirinçten idare lambası, kalın, kırmızı ciltli bir defter, tahta kalemler, hokkalar, siyah mürekkep şişeleri, sayfalarından kurtçukların beslendiği düzinelerce kitap ve hemen onun arkasında insan kokusu sinmiş yeşil bir koltuk.
Tırtıl, sahafı ilk kez başı ellerinin arasında sabahlarken gördü. Raflardan aldığı kitapları okuduktan sonra önündeki kırmızı ciltli deftere bazı resimler yapıyordu; canlıymış gibi çizilen çiçekler, konuşacakmış gibi duran hayvanlar, tuhaf semboller, sayılar, acı çeken gözler, kabarmış bulutlar, kuş kanatları, hırçın ağaç dalları, kıvrılmış insan bedenleri, gölgeler ve garip pek çok resim. Kitaplardaki hiçbir kelime atlanıp geçilmemişti. Çizdiği her çizgi ve şekil birer satırdı. Yaptığı resimler o kadar güzeldi ki, eksik olan şey yalnız nefesti.
Tırtıl, her gece saklandığı yerden başını uzatıp sahafı seyrediyordu. Kalemin defter üzerinde çıkardığı sesleri dinlerken, mangaldan yayılan alevler gözlerinde parlıyordu. Sahaf ise dükkânındaki küçücük misafirden habersiz çıra ve kömürle tutuşturduğu ateşi, kelimelerini resmetmeyi tamamladığı kitaplarla besliyordu.
Yine bir sabah pencereden süzülen ışık, kitapların sırtlarındaki yazıları aydınlatmıştı ki kapının önünde bir hareketlenme oldu. Tırtıl küf kokulu bir kitabın arkasından, sesin geldiği yere döndü gövdesini sallayarak. Göç eden bir âlimin terekesinden çıkanları dükkânın önüne yığıyordu vârisleri. Pazarlık kısa sürmüş, kem kıymet saydıkları her şeyi sahafa bırakmışlardı.
O sırada mühürcülerin sokağından mürekkep kokuları taşıyan bir rüzgâr esti. Kiremit çatıdaki camda şıngırdadı, kırmızı dutları yere serdi ve sonunda kitapları devirip dükkânın önünü kapattı. Sahaf'ın bu dağınıklığı toparlaması uzun süreceğe benziyordu. Çünkü gözü, önündeki defterden başka bir şey görmüyordu...
Minik tırtıl o günlerde bazen ortalarda görünmedi, bazen düz duran bir kitabın üstünde günlerce uyudu. Acıktığında yıpranmış kitapların sayfalarını yemeyi denedi, beğenmeyip tükürdü, tükürüğünün üstünde kıvrıldı. Bu yüzden gücünü kaybetmeye başladı.
Bir gün tavandaki kalaslarda gezinirken ağaçtan düştüğü günkü gibi dengesini kaybedip sahafın kitapları resmettiği defterin üstüne serildi. Sahaf şaşkın, masadan ellerini geri çekti. Sakinleşince yeleğinin cebinden ucu bozulmuş bir kalem çıkardı ve usulca tırtılı hareket ettirmeye çalıştı. Kıpırdamadığını görünce koltuğuna yaslanıp hareketsiz yatan hayvanın renklerine dalıp gitti.
Kitabın rengi solmuş harflerine serilen tırtıl kendine geldiğinde, sahaf onu avucunun içine aldı. Bir şeyler fısıldar gibi oldu parmaklarının arasında boğumlarını açıp kapatan hayvana. Tüycüklerinden gıdıklandı. Gıdıklandı gıdıklanmasına ama yine de kitapların en kıymetlilerini seçip içeriye taşırken bile elinden bırakmadı. Tırtıl, defterin ıslak mürekkeplerinde, günden güne daha meraklı ve daha büyük bir hevesle dolaşırken, onu gülümseyerek seyreden sahaf boş sayfalara parmak ucuyla itti.
Gece gündüz defterin ve kitapların başından ayrılmayan adam, sadece biri dükkâna geldiğinde huzur veren bir gülümsemeyle ayağa kalkıyor sonra misafirlerini kendi haline bırakmayı tercih ediyordu. Konuşurken ilgiyle ileriye doğru uzattığı çenesi, tebessüm ettiği dudakları, yalnızken aşağıya düşüyordu. Yalnız kaldığı zamanlar sayfalar dolusu resimler yapıyor, kırmızı kaplı defterin sayfaları kabarırken yaşlı adamın ateşe attığı kitaplardan çıkan isler tavana yayılıyordu.
* * *
Rüzgâr o hafta bazen dışarıda esti bazen içeride. Kurtçukların öğüntüleri havada uçuştu. Bu süre zarfında tırtıl büyüdü, defterdeki garip şekillerin aralarında gezindikçe yuvarlak gövdesinin kenarlarında taba rengi tüyler çıktı. Sahaf seher vakti dükkâna gelen kelâmiyyunla sohbet ederken o, kırmızı defterin üstünde muhabbetlerini seyretti. Dükkânın müdavimleri bir fincan kahve içip sahafla sohbet ettikten sonra, kolunun altına bir kitap alıp ayrıldıklarında duruşları, yürüyüşleri ve bakışları değişti.
Tırtılın kahverengi ve mavi tüycükleri o sıralarda dökülmeye başladı. Masanın üstüne, sahafın dizlerine, kitapların yapraklarına, divitin uçlarına yapıştı. Gittikçe hantallaştı gövdesi. Uykuya dalmış gibi hareketsizdi çoğu zaman. Bazen kırmızı kaplı defterdeki resimlerin üzerine uzanıyor, o böylesi değişimler geçirirken sahaf sessiz sessiz ağlıyordu.
Bir gün salgıladığı ipekle kendini masanın köşesinden baş aşağı astı tırtıl. Kaskatı kesilmişti gövdesi. Siyah mürekkepler damlıyordu ağzından. Sahaf, bu gizli ölümü sezmiş yazmayı tamamen bırakıp gözlerini ayırmadan tırtılı seyrediyordu. İkindi vaktiydi. Rüzgâr aralık duran kapıdan uzattı başını. Mangalın ateşini havalandırınca belli belirsiz bir pembelik yayıldı kitaplara ve sahafın yanaklarına. Titreyen elleriyle masaya uzanan ihtiyar, kırmızı ciltli defteri alıp göğsüne bastırdı. Koltuğuna dayanıp kozanın tutunduğu yerde şiddetle sarsılmasını, sertleşip çatlayan derisinin başından kuyruğuna doğru ikiye ayrılmasını seyretti. Sahafın mavi gözleri kırmızıya dönmeye başladığında, bir saatin sarkacı gibi sallandı tırtıl ve sürmeli gözleriyle beraber taş zemine bıraktı mürekkepli derisini.
Sümeyra İkiz, Tarumar, Şule Yayınları, 2018.
Ertan okul haricinde, evde bilgisayar başında değilse genelde bahçedeydi. Yine mahalleliye ve esnafa illallah dedirtiyordu ama eskisi kadar değil. En son vukuatında, arkadaşlarıyla vanaları kapatıp mahalleliyi susuz bırakmışlardı. Saatler sonra birinin aklına gelmişti vanaya bakmak da, durum anlaşılmıştı.
Çorbasından bir kaşık almıştı ki başının üzerinde bir gölge belirdi. Karasinek? Eşekarısı? Serçe? Neydi bu? Karartı tavan ve zemin arasında ani manevralar yapıyordu. Çığlıklar atarak evden çıktı. Nefes nefese kalmıştı. “Bu da ne böyle?” diye sordu kendine. Cevap çok geçmeden titreyen vücudunun her bir uzvundan beynine doğru hücum etti. Yarasa! Bu kelimeyi hayatında ilk kez kullanıyor gibiydi oysa yarasayla ilgili bir sürü belgesel izleyip mağaradaki hayatları hakkında birçok şey öğrenmişti ama şimdi bu bilgiler faydasızdı. Nitekim yarasa mağarada değil, salondaki kristal avizenin altında uçuyordu.
Pazılarına kadar kıvırdıkları yenlerini besmele çekerek açan orta yaşlı babalar, kalın tırnaklarına nal gibi çakılmış takunyalarını sürükleyerek şadırvandan ağır ağır gelen dedeler, ezberlerini namazda unutmamak için sessizce tekrar eden yeni yetmeler, sıvalı paçalarıyla koşarak cemaate yetişen üstü başı toz içinde ırgatlar, ıslak sakalları yüzlerinde dirice parlayan gençler; kâmetle beraber ayaklanmış, gözleri yerde mırıldanarak birbirlerine yanaşıp tek saf olmuş, cübbesini estire estire mihraba gelen imamın tekbirine kulak kesilmişlerdi. “ Durdum divana, uydum imama, kıblem kabe-i şerife. ” “Allahu Ekber!”
Bizler annemi sustuğunda duymaya başladık. Hani nasıl sürekli akan bir çeşmenin sesine alışıp işitmez olursunuz da aniden kesildiğinde fark edersiniz ya işte öyle. Konuşmaktan vazgeçmişti artık. Belki anlattıklarının dinlenmediğini, belki kimsenin kendisine ayıracak vakti olmadığını, belki de söyleyeceği yeni bir şey olmamasından bu yana susuyor. Uzun zamandır çok konuşmasından şikâyet eden bizler şimdi onun ağzından çıkacak tek bir kelimeyi bekliyoruz.