Rahşan Tekşen

ANA SAYFA  »  KİTAPLIĞIM  »  EDEBİYAT AİLEM   »  F. Hande Topbaş

F. Hande Topbaş

F.Hande Topbaş
F.Hande Topbaş

Bergama, Foça

ÇALINAN TAPINAK

 

Pervanenin gölgesi düştü antik şehre, Zeus’un tüyleri ürperdi. Kuş bakışı seyrettim Bergama’yı. Tiyatro sessiz, basamaklar boş, rüzgâr kendi yazdığı oyunu sergiliyor. Genç kızın saçları yüzünü okşuyor tutkulu bir sevgili gibi, fotoğrafçının hasır şapkası uçuyor yamacın altındaki baraja doğru. Çocukların şekerini yalıyor rüzgar.

Yaz tatilleri sadece kum, güneş ve deniz olmamalı. Yüzmeyi ne kadar seversem seveyim şezlongda bir kitaba dalıp başkalarının hayallerinde gezinmek yetmez bana. Yakın uzak demeden, yorulup kan ter içinde kalacağımı bile bile babamın çatılmış kaşlarını biraz yumuşatabilmek için kocaman bir öpücük kondurup düşerim yollara –ki bu asla  arkamdan söylenmesini engelleyemeyecektir.- Zeytinler köyünün serin denizini özlesem de Bergama’ya kadar uzanır yolum. Kasabanın ara sokaklarında dolaşırken tavuk pazarında kafeslere tıkılan horozları kurtarmanın yollarını düşünürüm. Antika dükkanında sıralanmış yeni opalinler, daha bir kaç yıl önce dokunup eskitilmiş halılar bile yakışır tozlu dükkanlara. Antikacılar kristalleri, porselenleri asla temizlemez üstelik örtülere çay damlatarak sandık lekesi gibi göstermeyi  maharet sayarlar. Meşe ağacı ve toz kokan rafların arasında dolaşıp Sevr bir vazo veya Rus işi gümüş bir tepsi bulduğumda gözlerim ışıldar. Cam kuğuların kanadına dokunup suyun serinliğini hissederim.

Tanrıların ülkesiydi Pergamon, ele geçirilmesi mümkün olmayan bir kale, terasların üstünde yükselen tapınaklar şehri, İskender’in mirasına ev sahipliği yapan güçlü bir devlet. Bu muazzam hazineyle ordular kurup dünyayı yönetmek hevesine kapılmaz Philetairos*.  MÖ 280’de dünyanın en büyük kütüphanelerinden birine sahip olan Bergama, bahçesini süsleyen heykelleri, sütunlarıyla bir zamanların parlayan gizemli ışığı, gezginlerin hayali olur. 

Keltler’e karşı kazanılan zaferin anısına bir sunak dikilip tanrılara ithaf edildiğinde şehir krallık tacını giyer. İskenderiye Kütüphanesi’yle yarışa giren Pergamon, Yunan ve Anadolu kitaplarına abluka koyunca Kızıldeniz’den papirüs gelmez olur. Athena Kutsal alanındaki bronz heykeller ne zaman eritilip kullanıldı bilinmese de güçlü ve gururlu Kelt kahramanlar -ki bunlar Pergamon halkının savaşta öldürdükleri düşmanlardır- Roma döneminde aslına uygun ama bu sefer  mermerden yapılır. Avluda gezinen halk yendikleri düşmanın gücüyle  böbürlenip kendilerini yüceltir. Asklepieion’da * ise yaşamın çizgisini ritüeller belirlerken  dehlizi geçen hasta, mukaddes suyla yıkandıktan sonra uykuya dalıp bu illetten kurtuluşun haberini bekler. Tabipler rüyayla teşhis koysa da “Buraya ölüm giremez” yazısının altından geçip  kutsal yolun sonuna kadar yürüyen hastanın duruşunu değerlendirerek yaparlar tedavilerini. Marcus Antonius, Cleopatra’yı mutlu etmek için binlerce kitabı sevgilisine hediye ettiğinde şehrin tarihine siyah mürekkeple yazılır adı. III. Attalos ölüp vasiyeti okunduğunda kralın bağımsız ülkesini Roma’ya sunduğunu duyanlar ne kadar şaşırırsa şaşırsın bu şehir mimariye baroğu, monarşiye erdemi miras bırakır.

Terk edilip unutulduktan sonra açık hava müzesini andıran şehir bugün çıplak. Beyaz mermere değen güneş gözlerimi kamaştırıyor. Dağların zirvesini süpürerek gelen rüzgar şalımın ucunu  havalandırırken topal bir kuş konuyor yanıma. Tanrılara adanıp unutulan bu toprak kadar çaresiz.

Zeus tapınağı sökülüp Berlin'e miras olalı iki ulu çam büyümüş kutsal mabedin ortasında. Ağaçlar boşluğu doldurabilmek için bir sağa bir sola açmış dallarını. Ne onlar kadar büyük ne de geniş  başka bir çam yok etrafta. Zeus’un kolları bunlar.

 Hırsızlık sadece başkasının malını gizlice alıp gitmek midir?  Yoksa bir çocuğun avucunda sakladığı taş parçasının elmas olduğunu söylemeden bir paket çikolatayla değiştirmek mi. Ya da babaannesinden kalan Sevr çay takımını yardımsever bir gülümsemeyle allı güllü yemek takımıyla takas etmek mi? Hatta yollar yapmak için geldiğin bir ülkenin padişahından tanrı figürleri işlenmiş taş yığınlarını ülkene taşımak için izin almak mı...

 Toprak çanakların, altın sikkelerin hatta kitabelerin yurt dışına götürülmesine alışığım. Ortadoğu’nun mükemmel hazineleriyle birlikte Berlin Müzesi’nin duvarları arasına sıkışıp kalmış, yirmi beş metre yüksekliğindeki Bergama sunağı şaşırtıyor beni. Kulaklıklardan Türkçe bilgiler yükselirken mermer  kabartmalarda tanrılarla devlerin savaşı binlerce yıldır sürüyor. Yılan kuyruklar havayı kamçılayıp ilahların yok edici silahları hedefi vuruyor. Düşmanın yüzünde ızdırap, kaslı kollarda kabaran damarlar taş üstünde kıpırtısız.  Geçmişinden koparılan tapınak güneşe hasret ve spot ışıkların altında mahzun. Nerede duvarları çınlatan ilahiler, tanrıların yüzüne üflenen istekler, korkudan titreyen köleler ve denizin tuzlu kokusu. Birkaç yıl önce gördüğüm sunağın izleri ayaklarımın altında. Pergamon yanıma konan kuş kadar topal.

Bergama’nın merkezine inip çift kubbeli hamamın karşısında, ulu çınarın gölgelediği kahveye oturdum ve gözlerimi kapayıp şehri kokladım. Fırından çıkan ekmek, güneşte kızışan lavanta, rüzgarın taşıdığı toz ve garsonun muhtemelen cezveden ağır ağır boşalttığı kahvem... Kurşunlu Cami’nin yan yatmış direkleri, eski Bergama evlerinin kapıları, Osmanlı’dan kalma polis karakolu ve devlet binaları bin bir hikâye anlatıyor.

Bergama’nın eteklerinde Mısır tanrılarına adanmış bir tapınağa rastladım. Yüzyıllar  sonra kiliseye çevrilip kısa bir müddet havra ve cami olarak kullanılsa da yer altı geçitleri, havuzları ve kanallarıyla Kızıl Avlu, Mısır etkilerini içinde barındıran bir Romalı. Tuğlalarında otlar bitmiş. Eski  ihtişamını hatırlatan bir oluk uzanıyor köhne çatısından ve bahçesinde sağa sola eğilmiş koyu pembe zakkumlar. Aslan başlı heykel restorasyon görünce geçmişinden kopmuş. Bakımsız iki köpek ve sadece ben varız ören yerinde. Müzeye gitmek için turnikeden geçiyorum. Hayvanlar arkamdan havlıyorlar. Bu öyle vahşi bir sesleniş değil, yalnızlık dolu bir çığlık.

Müzede birkaç stel ,onur yazıtı ve kırık heykel parçaları sıralanmış. Almanya’daki altarın kabartmalarını görseydiniz benim kadar hüzünlenirdiniz. Bahçenin bir yanında  kırık, isimsiz lahitler, görkemli sütun başları, diğer yanında tanıdık sarıklı, fesli mezar taşları. Kabristan olamayacak kadar birbirine yakın dizilmişler. Ölülerin son duası, dünyaya bıraktığı son iz sökülüp alınmış sahiplerinden.

Kısa bir kaçıştı benimkisi. İzmir’e dönerken Foça’da balık yemeği kafama koymuştum bir kere. Kilometrelerce uzanan ay çiçeği tarlalarına dokunmadan geçemezdim. İngilizler güneşin adını layık görmüştü bu bitkiye. Çamura  bata çıka girdim aralarına, sert ve dikenliydi dalları. Henüz olgunlaşmamış çekirdekleri kararmamış, koparılmayacak kadar körpeydiler.

Foça’nın girişinde atv kullanan çoban manevralarla tozu dumana katarak keçileri bir araya topluyor, dağılan hayvanlarsa dört tekerli motorun gürültüsünden hızla kaçıyorlardı. Yokuş aşağı inerken güneşin yavaş yavaş çekildiği kasaba ve değirmenler gözüktü. Yıkık kalenin surlarını dövdü dalgalar. Balıkçıların vitrininde mezeler yan yana sıralanmış. Bir baba kızıyla beraber akordeon çalıyor. Çocuk bir kez dönüyor ve bir kez daha, müzik aletinin yanından sarkan bardakta tek metelik. Lokantanın en fiyakalı masasında oturan kadın çantasını kapıp göğsüne bastırıyor. Sofralarda deniz börülcesi, tarator, kalamar, barbun; küçük kızın elleri boş.

Otuz yıldır kıyılarını şekil şekil tanıdığım koy beni hâlâ şaşırtmaya devam ediyor. Denizin dibinden bana doğru hızla yüzen bir kuş gördüğümde gözlüğün içinde kirpiklerimi hızla kırpıştırdım. Boynunu uzatmış üstüme gelmeye devam ediyordu. Kulacımı bir kılıç edasıyla üzerine savurduğumda birbirimizden korkup uzağa attık kendimizi. Halüsinasyon değil, bir karabataktı gördüğüm. Alışkanlıklarımızın dışına çıkmak ne kadar zor. Yüzen kuşları ve uçan balıkları yadırgıyoruz. Sıradışı olmak neden yasaklandı bize. Ben de denize dalan kuşlara özendim. Manejde veya ormanda ata binmek istemiyor sabahın serinliğinde kara kara düşünüyordum. Çitlerin kapısını aralayıp denize sürdüm kısrağı. Huysuzlandı, geri geri kaçmaya çalıştı. Okşadım, kırbaçladım ama fayda yok. Aklıma  çocuklarım geldi, kucağıma alıp yavaş yavaş suya aşık ettiğim oğlum ve kızım. Attan inip çizmelerimi çıkardım. Biraz ot, birkaç elma. Günlerce ıslandım. Ağzından akan tükürüklerini sürdü kollarıma. Önce ben girdim suya, sonra o. Ürkek, kızgın hatta hiddetli. Sonunda beraber aştık sınırları. Çıplak ayaklarım eğersiz karnına değdiğinde üzengiyle çizdim yolunu. Başını  asla suya sokmasa da ege kıyılarında dolandık. Balıklar değdi bacaklarımıza...

 

  • Pergamon kralı MÖ 343-263
  • Modern hastanenin öncüsü

 

F.Hande Topbaş, Bir Şehir Durduğunda, Şule Yayınları, 2017

EDEBİYAT AİLEM KATEGORİSİNDEN...

merve-buyukcapar-97745

Merve Büyükçapar

İncir, nar belki kavak.  Ağaçları inceliyor sapan için uygun bir parça arıyordum. Sürgün veren dalları görmezden geliyordum. Henüz onlara merhamet gösterebilirdim. Camları korkusuzca indirdiğimiz, yaprak vurup isabet yarıştırdığımız, kuş avladığımız sapan mevsimi. İlk kuşun yere düşmesini bir hasta odasında bekliyordum.

DETAY...

deli-sesler-16654

Berrin Erdoğan

Palyaçonun sallandığı direğin darağacından tek farkı, ucunda sallanan adamın koltuk altından asılmasıydı. Neden herkesin kahkahalarla izlediği bir şeyi bu kadar korkunç buluyorum? Metrelerce yukarıdaki ipin ucunda debelenen bir adam nasıl komik olur, tek ben mi benzetiyorum can çekişen birine? Herkes nasıl da mutlu. Bir başka palyaço seyircilerin arasından gösteriye dahil olacak kişileri seçiyor. Ellerine birer top verdiği oyunun parçası olmayı başaran izleyiciler, hırsla palyaçoyu vurmaya çalışıyor.

DETAY...

mustafa-sari-80743

Mustafa Sarı

kötürüm dakikalar sürünür duvarlarda bileklerimde metalin keskin izi cüzzamlı bir fırtına değilim artık hayır şu muazzam kış karşısında baygın sıcakları özleyen şımarık bir kar tanesiyim yoruldum üşümekten

DETAY...

kusurlu-heykel-14660

İmran Elagöz Taşkın

Safinaz Hanım can kuşunu uçurup dar ve karanlık evine yerleşeli tam elli iki gün olmuştu. Merhumenin bedenini ortadan kaldırmaya yeminli kurtçukların hücumuyla geçen elli iki gün. Kim demiş, insan kabirde yalnızdır, diye! Ölen sebebiyle toprak altında başka türlü bir hayat kımıl kımıl devam ediyordu. Mevtanın etleri kemiklerinden ayrılmaya başlamış, burnunun düşmesine az kalmıştı. Bu süre zarfında kızları ziyaret etmiş, ana-babalarının mezarına çiçek buketleri bırakıp gitmişlerdi.

DETAY...

2025. Copyright © Rahşan Tekşen.

Avinga | XML