Rahşan Tekşen

ANA SAYFA  »  KİTAPLIĞIM  »  EDEBİYAT AİLEM   »  C. Zeynep Kaplantaş

C. Zeynep Kaplantaş

C. Zeynep Kaplantaş
C. Zeynep Kaplantaş

EMİLY

Bir sabah uyandığında Emily kocasını yanında bulamadı. Banyodan sifon sesi bekledi, ııh. Salondaki televizyondan gelecek gürültüye kulak kabarttı, hayır. Odalardan birinde miydi yoksa? Yatağında gerinip esnedi. “Kalkıp çayı koyayım,” Üç sokak aşağıda oturuyordu annesi, ona uğramıştı belki de. Porselen bardağını aldı raftan. Hım, tereyağının tadı nefis! Bir dilim kızarmış ekmek daha? Üstüne sıcak çaydanlığı koyduğu için gazetedeki haberi görmedi.

Eline yün alsa herkes gibi örmez, değişik şeyler icat ederdi. İki düz bir ters, arada üç ters bir düz. Kaldırıp bakar, sevinirdi. Bazen kasabanın otobüsü sapağı kaçırıp uzakta bilmediği bir yoldan dönünce büyük bir heyecan kaplardı içini. Yeni yapılan barakalara gözünü dikip kenarda kalmış bir patikayı seyrederdi nefesini tutarak. Nereye gidiyordu bu yollar? Dostlarına, eskiden burada yaşamış Meksikalı bir çocukla yerli bir kıza ait bir aşk hikâyesi uydururdu, bazen de bilindik bir şarkıyı öyle değişik söylerdi ki hepsinin ağzı açık kalırdı. Beğenildiğini görünce daha da coşar, bu kasabada, bu yağmursuz gök altında tek başına olduğunu unuturdu bir süreliğine.

Kocası Sebastian bazen bir radyoyu açıp saatlerce içindeki aptal tellere bakar, kurcalayıp durur, yan yana oturdukları halde tek kelime etmezdi. Kalın kafalı! “Kalın kafalı!” derdi. “Bir eğlenceye götürse ya beni,” Kalın kafalının dışında herkes onunla pikniğe gitmeye bayılırdı. Bazen de kocasının annesi uğrardı eve. İkisi sessizce elmalı tartlarını yerken Emily susma vaktinin geldiğini anlar, sürekli çay doldururdu onlara.

Sebastian bir gece yarısı su içmeye kalktığında dışarıda parlak bir ışık gördü. Emily verandanın lambasını açık mı bırakmıştı yine? Mutfağa gelince kapının önündeki kamyonun farları yüzünde patladı. Motoru susturan şoför bir zıplayışta yere atlayarak bahçeye çıkan Sebastian’ın yanına geldi. İri, kıllı elleri vardı. Emily’yi arıyorum! ‘’İyi de ne yapacaksın onu?’’ Bakışlarındaki garip pırıltıyla: “Kocasıyım, götürmeye geldim!

Sebastian kupkuru bir adam, saçları kızgın güneşin altında beyaza dönmüş. Sırtında kamburuyla her Allah’ın günü bahçeyi sularken nasıl tasarruf edeceğini düşünür, baharda evin içini fıstık yeşiline mi yoksa sarıya mı boyayacağına karar vermeye çalışırdı. Bir gazete alsa eline futbol sayfasındaki iri, güçlü adamlara bakar, evirip çevirir, sonra nazikçe katlayıp kenara koyardı. Kimi geceler karısı, önce duş alması şartıyla, odasına kabul edince parfümler sürer, ağzına bir sakız atar, büsbütün güzel bir adama benzerdi. Emily önce saçlarını okşardı, ama Sebastian solucanların bahçeye faydalarını saymaya başlayınca arkasını dönerdi. Hiç çocukları olmadı. Sebastian, şimdi bir vazonun yere düşüp bin parçaya ayrılışı gibi darmadağın. Merkür’ü Oğlak’ta olduğundan mıdır, iki lafı yan yana getiremezdi. Şimdi nasıl getirecek?

Şoförün yüzüne baktı. Kocası mı? O kocasıysa ben nesiyim! Adın ne senin? ‘’Paul.’’ Verandanın önündeki basamaklara oturdu. Bu ismi duymuş muydu karısından? Emily sürekli yeni insanlarla tanışır, hiçbirinden bahsetmezdi. Başını kaldırıp söğüt ağacına baktı, kabuklu gövdesine sürdü elini. Bu evin kırığını döküğünü tamir ederken yaşlanan parmaklarını gezdirdi damarlarında. Satın aldıklarında birlikte dikmişlerdi. Ağızlarında bir ıslık, kiremitleri değiştirdiler tavan akınca ve Sebastian o kıştan sonraki yaz balık tutmayı öğretti eşine. Sonra yıllar geçti, Sebastian sustu: Emily gülmüyordu. Verandadaki basamaklarda öylece oturmuş göklerden cevap bekliyor, başı ellerinin arasında.

Peki, Paul, nereden çıktın şimdi, ha söyle bakalım, böyle yaşayıp giderken. Ne zaman evlendiniz? Amma çok soru, off... Çocuğunuz da vardır belki, kim bilir. ‘’Biz’’ dedi Paul, kulaklarına dokuna dokuna: ‘’Yıllardır görüşmüyorduk,’’ Anlatırken dönüp evin içine bakıyor, ayağına, boynuna eliyle bastırıp duruyordu. ‘’Benden sıkılıp ayrı yaşamak istedi, bilirsin, kadınlar garip yaratıklar.’’ Hım, demek seni de sevdi Emily, öyle mi? “Hem de nasıl! Bisikletimize atlayıp yarışırdık, külahın dibinden başlardı ısırmaya ve sadece kırmızı ruj sürerdi. Ağladığında ellerinden tutup bastırırdım göğsüme. Ve çenesindeki ben!‘’ Evet, biliyorum Paul, biliyorum, çenesinde değildi ama. Ya nasıl bildin burada olduğunu?

Paul hapşırdığında eliyle ağzını kapadı. Gözlerini dudaklarını örten parmaklarına, kollarına, sonra da omzuna baktı başını oynatmadan. İncele Paul, incele ki aklın şaşmasın, başkasının sanma bunları! Hep bitişikler miydi vücuduna? Aman Allahım, ya değillerse! Kalbi hızlandı, yerinden çıkacak gibi oldu. Eliyle yokladı. Oh, şükürler olsun hepsi tastamamdı. Derin bir nefes alıp yola çevirdi gözlerini ve daha hızlı bastı gaza. Bazen ayaklarıyla dizlerini birbirinden ayrılmış hissederdi ve zaman geçmek bilmezdi ikisini birleştireyim derken. Büyük bir otobüse bindirmişlerdi herkesi, tel örgülü camlardan kafasını uzattığı zaman gördü Emily’yi. Dümdüz bir tarlanın ortasında, eli belinde sigara içiyordu, dumanı öyle bir üfledi ki bulutlar yer değiştirdi. Sonra cılız bir adam yanına gelip hırkasını koydu omzuna. Aylarca düşündü kalın kaşlarıyla yeşil gözlerini. Zifiri karanlıkta kamyonunu sürüyor şimdi, fakat soğuk bir gecede kurtlarla dolu ormana bıraktığından beri kendi Emily’sini ayakları, burnu ödünç alınmış pabuçlar gibi. Bir ağaca çarpıp ortasından ikiye bölünmüş uçakta, arka kanadına yakın. On beş numaralı koltukta paramparça. Başındaki hasır şapkayı birlikte almışlardı. Bütün Emilyler onun artık.

İkinci sayfada çıkmış haber. Hastaneden kaçan deli, Paul Scots. Yassı, kocaman başında siyah bir bere, tutsun da bir yerlere gidemesin diye takmış. Bomboş bakıyor kaçmadan aylar önce çekilmiş fotoğrafta. Bütün kasaba okudu. Emily o sabah üstüne sıcak çaydanlığı koyduğu için göremedi. Okusa ne yapacak ki…

Yumurta kabuklarını attığı gazeteyi buruşturup dışarıdaki büyük tenekeye yürüdü. Niye kilitli verandanın kapısı? Emily kocasını yemyeşil çimlerin üstünde buldu. Sarı saçları kıpkırmızı. Nereden bilsin bir delinin yumruklarıyla Sebastian’ı öldüreceğini. Bu kasabada, bu yağmursuz gök altında günler artık daha uzun ona.        

C. Zeynep Kaplantaş, Romantik Cinayetler, Şule Yayınları, 2017.                                                                    

EDEBİYAT AİLEM KATEGORİSİNDEN...

meryem-kilic-80671

Meryem Kılıç

aradığım tuz binaların gölgesine dönüştü sırayla tellere takıldı kanatları kuşların, bunun nedeni eskiden de bizimdi onlar şimdi de bizim demirin altından uçtuklarında en çok yakından böyle zamanlarda insanın ayağı birden akşam

DETAY...

mustafa-durus-851

Mustafa Duruş

rüzgârın parmağını gördüm. hareketsizliğe dokundu. ne olduğunu neden dokunduğunu tuşun kendi parmağını seçtiğini bilmeden defalarca aynı tuşa dokundu.

DETAY...

deli-sesler-16654

Berrin Erdoğan

Palyaçonun sallandığı direğin darağacından tek farkı, ucunda sallanan adamın koltuk altından asılmasıydı. Neden herkesin kahkahalarla izlediği bir şeyi bu kadar korkunç buluyorum? Metrelerce yukarıdaki ipin ucunda debelenen bir adam nasıl komik olur, tek ben mi benzetiyorum can çekişen birine? Herkes nasıl da mutlu. Bir başka palyaço seyircilerin arasından gösteriye dahil olacak kişileri seçiyor. Ellerine birer top verdiği oyunun parçası olmayı başaran izleyiciler, hırsla palyaçoyu vurmaya çalışıyor.

DETAY...

f-hande-topbas-12736

F. Hande Topbaş

Pervanenin gölgesi düştü antik şehre, Zeus’un tüyleri ürperdi. Kuş bakışı seyrettim Bergama’yı. Tiyatro sessiz, basamaklar boş, rüzgâr kendi yazdığı oyunu sergiliyor. Genç kızın saçları yüzünü okşuyor tutkulu bir sevgili gibi, fotoğrafçının hasır şapkası uçuyor yamacın altındaki baraja doğru. Çocukların şekerini yalıyor rüzgar.

DETAY...

2025. Copyright © Rahşan Tekşen.

Avinga | XML