ANA SAYFA » KİTAPLIĞIM » EDEBİYAT AİLEM » Betül Barış
YELPAZE KUŞU
Çorbasından bir kaşık almıştı ki başının üzerinde bir gölge belirdi. Karasinek? Eşekarısı? Serçe? Neydi bu? Karartı tavan ve zemin arasında ani manevralar yapıyordu.
Çığlıklar atarak evden çıktı. Nefes nefese kalmıştı. “Bu da ne böyle?” diye sordu kendine. Cevap çok geçmeden titreyen vücudunun her bir uzvundan beynine doğru hücum etti. Yarasa!
Bu kelimeyi hayatında ilk kez kullanıyor gibiydi oysa yarasayla ilgili bir sürü belgesel izleyip mağaradaki hayatları hakkında birçok şey öğrenmişti ama şimdi bu bilgiler faydasızdı. Nitekim yarasa mağarada değil, salondaki kristal avizenin altında uçuyordu.
Attığı çığlıkları duyan komşular başına üşüştüler. Durumu kayda değer bulmayanlar evine geri dönerken birkaçı yarasalarla ilgili anılarını anlattı. Yan komşu Muhtar Songül abla hiç tereddüt etmeden salona daldı. (Aslen muhtar değildi. Lâkin mahallenin gireni çıkanı ondan sorulurdu.) Eline geçirdiği süpürgeyle bir o yana bir bu yana koşturmaya başladı. Sineklerden korunmak için yapılmış tel kapıdan içerisi rahatlıkla görülüyordu. Süpürgeden kaçan yarasa, kapıya doğru yaklaştıkça ev sahibi kısa ve tiz çığlıklar atmaya devam ediyordu.
Çok geçmeden sokağın başında oturan Süsen Hanım da sesleri duyarak olay mahalline geldi. O bir hayvan severdi ve evinde seksen kediyle birlikte yaşıyordu. Dışarıda ise sayısız kedi ve köpeği vardı. Kedilerin tırnakları kırılmasın diye camlarına tül ya da perde asmazdı. Bu sebepten evinin içi ayan beyan görülür, özellikle akşamları seyirlik bir hal alırdı. Patiler evi ele geçirmişti. Mutfak tezgâhının üzerinde, buzdolabının tepesinde, hatta tencerelerin içinde bile geziniyorlardı.
Süsen Hanım olup biteni öğrenince kızıp, “Süpürgeyle hayvan kovalamak da ne oluyor!” diye bağırdı. Muhtar Songül onun sesini duyar duymaz, süpürgesini arkasına saklayarak olay yerini terk etti. İki kadın birbiriyle kanlı bıçaklıydı.
Mahalleli büyük bir merakla kedili hanımı izlemeye koyuldu. Toz kanatlı kelebekleri ya da çıtkırıldım uğurböceklerini yakalamaya çalışan bir entomolog gibi narin ve kibar hareketler sergiliyordu. Beş dakikalık bir uğraşın ardından Süsen Hanım dışarıya çıktı. Ev sahibi Şehrinaz Hanım’ın “Ne oldu yakalayabildin mi abla?” sorusuna, Süsen Hanım'ın verdiği cevap çok manidardı.
Meğer bizim yarasa henüz bebekmiş. Şehrinaz bağırıp çağırınca, ürkmüş yavrucak. Ee bir de süpürgeli cadı var tabii. Şimdi can korkusundan bir köşeye saklanmış yarasacık. Acıkınca zaten annesinin yanına gidermiş.
Şehrinaz Hanım “Ah ah keşke ben de Süsen Hanım gibi düşünebilseydim,” diye hayıflandı. Ona göreyse kapkara peleriniyle pusuya yatmış ve bulduğu ilk fırsatta boynunu ısırıp, kanını içecek, bir Drakula evini ele geçirmişti. Titrek adımlarla evine girdi. Mecburdu. Akşamın bu vaktinde kimseyi rahatsız edemezdi.
Şehrinaz’ın içi sıkılıyor, aldığı nefes bir türlü yeterli gelmiyordu. Sürekli karbondioksit solumaktan neredeyse ciğerleri iflas edecekti. Allah'tan arada bir cesaret etti de, yorganda burnunun sığabileceği küçüklükte bir delik açarak yaşama tutundu.
Okula gitmek için yollara düşen çocukların şen sesleri, Şehrinaz Hanım’ı kendine getirdi. Karnına doğru çektiği bacakları ve kendini sıkı sıkıya sardığı kolları uyuşmuş, kütük gibi olmuştu. Uykusuzluğun verdiği yorgunluğa aldırış etmeden, bir çırpıda giyinip kendini sokağa attı. Birilerinden yardım almalıydı.
İlk durağı ahretliği Müzeyyen’di. Ne de olsa, iki sene evvelde ahretliği başı sıkışınca soluğu Şehrinaz’da almıştı. Müzeyyen’in çatısından aşağı doğru pis bir koku yayılmıştı o zaman. Koku o kadar sertti ki neredeyse bıçakla kesilebilirdi. Evin duvarları kurtlu peynir, zemin de bozuk yumurtadan olsa ancak bu şekilde kokardı.
Günler sonra Süsen Hanım, kedilerinden birinin yokluğunu fark edince kokunun sebebi anlaşılmıştı. Kedinin ölüm sebebi trajikti. Boynundaki tasma çatıdaki bir çiviye takılınca, hayvancağız boğularak can vermişti. İşte Muhtar Songül ile Süsen Hanım’ın arasındaki husumet, tam da bu sebepten çıkmıştı.
Muhtar Songül’ün kapısına dayanan Süsen Hanım, var gücüyle “Katil Songül, Katil Songül,” diye avaz avaz bağırmıştı. Muhtar “Ölen kedinin benimle ne alâkası var,” diye cevap verince, “Bunlar hep senin başının altından çıktı. Kedinin boynunda tasma olmasaydı ölmezdi,” diye feryat etmişti Süsen.
Kedinin çatıda ölmesinden yirmi sene evveldi. Süsen Hanım’ın kedilere olan düşkünlüğü yeni başlamıştı. Muhtar Songül üçer beşer artan kedileri gördükçe küplere biniyordu. Üstelik kocası ölmüş, çocukları tarafından istenmeyen bu kadının mutsuz olması gerekirken, kedilerle konuşup hayata tutunması katlanılır gibi değildi. Songül muhtarlığını yapıp kedileri belediyeye şikâyet etti. Zabıtalar komşu bahçeleri eşeleyerek, bostanı murdar ettikleri gerekçesi ile kedileri toplama kararı aldı. Çünkü Songül komşulardan imza toplamıştı. Süsen Hanım kedilerinden ayrılmamak için, bir dizi hukuki mücadele verdi. Tam kaybedecekken kediciklerini, babacan bir hâkimden kedilerine tasma takarsa sokak hayvanı olmaktan kurtulacaklarını, bu sayede belediyenin de ilişemeyeceğini öğrendi. Süsen Hanım, o günden beri her doğan kediyi önce öptü, sonra boynuna özgürlük tasması taktı. Muhtar Songül haset içinde kedileri seyrederken Süsen ağzında koca bir kahkahayla “Sen tilkiysen ben de kuyruk,” diyerek savaşı kendi zaferiyle sonlandırmıştı.
Ölü kedi çatıdan indirilirken senelerce buz gibi duran savaş, bir anda kaynamaya başlamıştı. Süsen Hanım o günden sonra, Songül ve diğerlerinin korkulu rüyası oldu. Mahallede mevzu bahis hayvanlar, bilhassa kediler olunca herkes iki kere düşündü.
Bir yanda vampir kuş, diğer yanda Süsen Hanım, Şehrinaz’ın üstüne çökmüştü. Şimdi korku dolu gözlerle ahretliğine sığınma sırası ondaydı. Şansına o gün ahretliğin evinde altın günü vardı. Şehrinaz başındaki belayı anlatınca her kafadan bir ses çıktı. “Camı açık bırak kendiliğinden uçar gider,” diyen de vardı, “Süt pişir gelip içine düşsün,” diyen de. Bazılarıysa kıs kıs gülüp kendi aralarında “Yelpaze kuşundan korkulur mu hiç?” diyordu.
Kadınların kendisiyle dalga geçmesine daha fazla dayanamayan Şehrinaz, derhal oradan ayrıldı. Bahçeli ve bahçesiz evlerin önünden geçerken, kendi yuvasının onlardan daha özel olduğu hissine kapıldı. Bir kere hiçbirinde muşamba gibi parlak kanatları olan bir canlı yoktu. Evinin yolunu adımlarken, aslında fareden o kadar da korkmadığını düşündü. E ne de olsa yarasa farenin deri ceket giymiş haliydi. Sırf deri ceket giydiği ve uçtuğu için bir hayvandan korkmak yersizdi.
Daire kapısını açıp içeri girdi. Evcil bir hayvan kulağa hoş geliyordu. Ağzının kenarına keyifli bir müzik iliştirdi. Dünden beri evde küçük yarasanın, açıkta bulup yiyebileceği, bir şeyler olmadığını fark etti. Çay tabaklarına ayrı ayrı süt, salam, peynir, domates, bal gibi şeyler koydu. Yarasanın tercih edeceği yemeği öğrenince, onu sürekli besleyip pofidik uçan bir topa dönüştürecekti. Belki sık sık beslenince, daha da güçlenip Şehrinaz alışverişe gittiğinde yarasa onun poşetlerini bile taşıyabilirdi.
İsim! İsim önemliydi. Yarasa eğer Şehrinaz’ın evcil hayvanı olacaksa onun bir adı olmalıydı. Düşündü, düşündü. Sonra gözü boynundaki kolyesine ilişti. Satıcı şifalı taşlardan yapılmış kolyeyi öyle bir anlatmıştı ki, Şehrinaz kolyeyi hayran kalarak almıştı. Sakinlik, mutluluk, cesaret ve şans veriyordu. Taşın adı oniksdi. Kolye taşları, damarsız siyah bir mermere damlamış su gibi parlak ve karaydı. “Evet,” diyerek sevindi. Yarasanın adını Oniks koymalıydı. Evcil hayvanının ismi olunca daha da sevimli olmuştu.
Şehrinaz’ın çay tabaklarını masaya dizmesinin üzerinden bir saat geçmesine rağmen Oniks ortalarda yoktu. Belki de utangaç bir hayvandı. Yiyecekleri yalnız yemeği tercih ediyor olabilirdi. Şehrinaz Hanım, yarasa saklandığı yerden çıkıp bir şeyler yiyene kadar odadan çıkmaya karar verdi. O yemeğini yerken, Şehrinaz Hanım sıcak bir duş alıp üstündeki gerginliği atacaktı.
Dudağının kenarına yapışmış belli belirsiz türkü kırıntısı, banyonun akustiği ile coşmuş su sesiyle âşık atıyor, elindeki örgü lifi beyaz sabuna sürdükçe leylak kokusu kış günü baharı müjdeliyordu. Şehrinaz gözlerini yummuş yeşillik, çiçek falan düşünüyordu ki o anda kulağına bir kanat sesi gelmeye başladı. Eli refleksle hareket etti. Şak! Diye bir ses duyuldu. Yere baktı. Ayaklarının dibinde beyaz köpüklerin arasında cansız Oniks’i gördü. Evcil hayvanını, sabunlu lifle fayansa yapıştırmak suretiyle öldürmüştü.
Şehrinaz cinayet işledikten sonra soğukkanlılıkla hareket eden bir katil gibi eline bir poşet geçirip yarasayı kanat ucundan tuttu ve arka bahçeye gömdü. Suç aleti lifi de çöpe attı. Ertesi sabah Süsen Hanım “Yarasacık çıktı mı evden?” diye sordu. Şehrinaz “Evet,” diye cevap verdi.
Sirke Dükkânı, Betül Barış, Şule Yayınları, 2017, sf. 113-119.
Güneşin yakıcılığını bütün zerrelerinde hissederek gözlerini zar zor açtı sonra tekrar yumdu. Bunaltıcı sıcak nefes almasını zorlaştırıyordu. Gücünü toplayarak kalkmaya çalıştı. Heybesi beş on adım ötesindeydi. Ama ne Eyyam ne de Mestur oradaydı. Telaşla seslendi fakat kendi sesinden başka bir şey duymadı. Hangi yöne gittiğini bilmeden yürümeye koyuldu. Şansının yaver gittiğini söyleyebiliriz çünkü takriben yarım saat sonra mola vermiş bir kervanla karşılaştı.
Bir sabah uyandığında Emily kocasını yanında bulamadı. Banyodan sifon sesi bekledi, ııh. Salondaki televizyondan gelecek gürültüye kulak kabarttı, hayır. Odalardan birinde miydi yoksa? Yatağında gerinip esnedi. “Kalkıp çayı koyayım,” Üç sokak aşağıda oturuyordu annesi, ona uğramıştı belki de. Porselen bardağını aldı raftan. Hım, tereyağının tadı nefis! Bir dilim kızarmış ekmek daha? Üstüne sıcak çaydanlığı koyduğu için gazetedeki haberi görmedi.
Bazen ne kadar çabalarsan çabala kötü olursun. Bu yüzden kendinden nefret edersin ve nefret ettikçe daha kötü biri olursun. Bazen biri bile olamazsın. Ortalıkta salınıp duran bir ruhsundur sadece. Kimliksiz, kişiliksiz bir şey. Kimse seni anlamaz. Ergen miyim, dersin kendi kendine. Ergensindir. Değilsindir. Hep çocuk görürsün kendini, hep yaşlı. Ağlamaktan yüzü kızarmış küçük bir çocuğun seni gördüğü andaki o bir anlık duraksamasıyla mutlu olur, rastgele bir sokaktaki tanımadığın bir adamın, yüzüne yönelmiş şüphelenen bakışlarından mutsuz olursun.
Pazılarına kadar kıvırdıkları yenlerini besmele çekerek açan orta yaşlı babalar, kalın tırnaklarına nal gibi çakılmış takunyalarını sürükleyerek şadırvandan ağır ağır gelen dedeler, ezberlerini namazda unutmamak için sessizce tekrar eden yeni yetmeler, sıvalı paçalarıyla koşarak cemaate yetişen üstü başı toz içinde ırgatlar, ıslak sakalları yüzlerinde dirice parlayan gençler; kâmetle beraber ayaklanmış, gözleri yerde mırıldanarak birbirlerine yanaşıp tek saf olmuş, cübbesini estire estire mihraba gelen imamın tekbirine kulak kesilmişlerdi. “ Durdum divana, uydum imama, kıblem kabe-i şerife. ” “Allahu Ekber!”