ANA SAYFA » KIRK BİR KERE İSTANBUL » Kırk Bir Kere İstanbul Hakkında » İran Üzerine Kırık Dökük Notlar/Hüseyin Akın
Geçtiğimiz hafta beş günlüğüne Tahran’da idik. Dünyanın değişik ülkelerinden Müslüman şairler Ramazan ayı münasebetiyle İran’a davet edilmişti. Pakistan, Hindistan, Yemen, Suriye, Afganistan… gibi ülkelerden gelen şairler kendi dillerinde şiirlerini okudular. Programın hâkim dili tabiatıyla farsça idi. Farsçanın müzikalitesi en basit şiiri bile dinlenebilir kıldığından olacak kimsenin aklına okunan şiirlerin düzeyini eleştirmek gelmedi. Mazlum coğrafyaların gerçekten şiiri de gelişmiş oluyor. Bunu orada daha yakından görme imkânı bulduk. İran halkının şiire ilgisi bizim ülkemizle mukayese edilmeyecek düzeyde. Sokaktaki herhangi bir insan size rahatlıkla Hafız’dan, Firdevsi’den, Mevlana’dan dizeler okuyabilir. Fakat aynı şeyi şiir kalitesi ve edebiyat örgütlenmesi için söylemek zor. Bu durumun İran’ın siyasi ve kültürel yapısı ile ilgisini de es geçmemek lazım tabi. Şiirin oto sansürden ziyade devlet sansürüne takılması duygulara serbestçe akacak mecra bırakmıyor olmalı. Resim, heykel, sinema ve tiyatro gibi modern sanat dalları İran’da oldukça gelişmiş durumda.
İran ‘büyük şeytan’ addettiği devletlerle savaşı kültürel boyuta kaydırmış. Mücadelesini bu yolla veriyor. Halkı okumaya, düşünmeye ve estetik değer üretmeye teşvik ediyor. Sadece kitap satan, uzayıp giden kitapçı dükkânlarıyla dolu geniş caddelere rastlıyoruz Tahran’da. Kitap okuma yaşı orta yaş ve üstü. Kitapçılarda bu yaş gruplarına daha sık rastlıyoruz. Türk yazarlardan Aziz Nesin, Nazım Hikmet ve Orhan Pamuk’un dışında bir isme rastlamak zor. Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Mehmet Akif gibi büyük şairlerin isimlerini bile ilk defa duyduklarını söylüyorlar.
Türkiye Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın şapkayı önüne alıp düşünmesi gerekir. Eğer bakanlık bu hassasiyeti göstermezse bırakınız dışarıdakileri memleket insanı kendi öz yurdunda turist gibi dolaşacaktır. Afrika’da nasıl su kuyuları açıyorsak kurumuş kültür kaynaklarını da dünyanın her yerinde yeniden diriltmeliyiz. Gelenek olduğu üzere İran’ın dini lideri Ayetullah Hamaney her Ramazan’da bir gün Müslüman şairleri toplayarak evinde iftar verip şiir dinletisi düzenliyormuş. Bunu ilk duyduğumda ya mübalağa ya da fantezidir diye geçti içimden. Fakat ertesi gün Hamaney’in şairleri evine iftara davet ettiği ve bizim de davete icabet etmemizi söylediklerinde hiç tereddütsüz gitmeye karar verdik.
Gördüklerim ve işittiklerim beni fazlasıyla şaşırttı. Bu şaşkınlık herkese lazım bir şaşkınlık olsa gerek. Bir kere ben Hamaney’in malikânesini bir köşk ya da saray veya en azından lüks bir konuttur diye düşünürken ortalama bir İranlının oturabileceği cinsten derme çatma bir konut olduğunu gördüm. Bahçesinde de öyle peyzaj düzenlemesi falan yoktu. Yerde muşambalar üzerine serilmiş iftar sofrasının bir ucunda da Ayetullah Hameney vardı. Oldukça sadece bir akşam iftariyelik hazırlanmıştı. Sofra konusunda da ne düşünmüş neyle karşılaşmıştım. Bu şaşkınlığımı da sevdim. Onlarca şair eşyadan arınmış geniş bir salonda şiir okumak için yerlerini aldı.
Bayan şairlere en az erkekler kadar itina gösterildiği belliydi. İran’da kadınların erkeklere göre çok daha baskın bir hüviyette olduğu ilk bakışta fark edilebilir bir durum. Hiç kimse de bu durumdan rahatsız değil. Bütün organizelerde, kurumlarda ve devlet dairelerinde bayanların erkeklerden daha etkin olduğu hemen göze çarpıyor. Nasıl İran devriminin gerçekleşmesinde kadınlar etkin rol oynamışlarsa devrimin geldiği noktayı eleştirmede de kadınlar daha önde ve daha etkililer. Ayetullah Hamaney’in entelektüel yönü daha ilk bakışta anlaşılıyor.
Belli ki dünya şiirini çok iyi biliyor. Şiir okuyan şairleri sadece dinlemekle kalmıyor bir de şiirlerindeki eksiklikleri ve fazlalıkları da esaslı bir şekilde dile getiriyor. Şu söz yine ona ait: “Eğer bugün bu ülkede biri çıkar da Sefiller’den bir derece düşük kalitede dahi olsa hikâye yazarsa, ben ona yüz defa teşekkür etmeye hazırım.’ (Men ve Ketap-Hamaney’in Konuşmaları) Şiir programının sonunda Hamaney’den yine gerçek bir şiirde bulunması gereken özellikler bağlamında poetik bir konuşma dinledik. Bütün Müslümanların hangi mezhepte olursa olsun kardeşlik üzere birleşmesi temennisiyle program sona erdi.
Hamaney kendisine takdim ettiğim Türk edebiyatını, Türkiye’yi ve İstanbul’u anlatan Rahşan Tekşen’in Kırk Bir Kere İstanbul’u da dâhil kitaplara gösterdiği ilgi gerçekten görmeye değerdi. Türkçe’yi bilen kendisi de Azeri Türkü olan Hameney’i Türkçe’nin heyecanlandırdığını görmek güzeldi.
Hüseyin Akın, Millî Gazete, 06 Temmuz 2015
https://www.milligazete.com.tr/makale/851819/huseyin-akin/iran-uzerine-kirik-dokuk-notlar
Doğrusu neşredilen bunca yayın içerisinde, bu hızlı akışın cereyanına kapılarak, sanırım bir mesleki deformasyona esir olarak, elimize geçen kitaplara gereken hassasiyeti gösteremediğimiz oluyor. Evet, yayın dünyasında, dalgınlaşmamızı ve hissizleşmemizi gerektirecek bir yoğunluk ve yüzeysellik yok değil; ama bu hissizleşme, ansızın karşımıza çıkacak nitelikli bir eseri fark etmemizi de zorlaştırıyor.
Hacı Selim Ağa Kütüphanesi, Üsküdar’da balıkçı pazarının hemen arkasında yıllardır önünden geçip gittiğim ancak merak etmeme rağmen içine hiç girmediğim bir yerdi. Kütüphane normalde hafta sonları kapalı olduğu için giremiyordum aslında. Rahşan Tekşen Hanımefendi’nin “Kırk Bir Kere İstanbul” kitabında kütüphanenin hikayesini okuyunca merakım daha da artmıştı.
Rahşan Tekşen’in Kırk Bir Kere İstanbul kitabında, sosyo-kültürel hafızamız ve mazimizin yadigârı kıymetli eserler ve algılardan hoş bir müntahabat bekliyor okuru. İstanbul’un yirmi bir güzelliğini ayrı başlıklarla ve tahkiye üslubuyla ele alan yazar, bazen Galata Kulesi’ne bazen Haydarpaşa Garı’na uğruyor.
Bazı kitaplar ismiyle çağırır bizi ilkin. " Kırk Bir Kere İstanbul" der. Merakımızı celbeder iyice. kapağının üzerindeki turuncu, sarı, kırmızı tonlar sıcacık bir duyguyla sarmalar. Şimdi, o bildik minyatürden gelen çağrıya kulak vermezsek olur mu hiç?