TATAR ÇÖLÜ, DİNO BUZZATİ
Yeni bir mekâna, bu yeni mekânın beraberinde getireceği yenilik ve belirsizliklere karşı, herkes gibi tepki gösterir Giovanni Drago. Onun hayatındaki yeni mekân, kendi talebi olmaksızın atandığı, şehirden tecrit edilmiş bir sınır kalesidir: Bastiani. Henüz dumanı tütmektedir şehir hayatının. Ve onu şehre bağlayan her bir düğüm çözüldükçe, yerine, onu kaleye bağlayan düğümler atılacaktır. Fakat zaman öylesine sessiz ve hızlıdır ki, Dragon bu düğümleri fark ettiğinde vakit pek geç olacaktır.
Kaleye giderken yolda karşılaştığı Yüzbaşı Ortiz’le başlayan ilk düğümün akabinde, kaleden bir ân önce ayrılmak istediğini söylemek üzere gittiği Binbaşı Matti’nin odasından görünen kuzeydeki Tatar Çölü’nün manzarası gelir. Tüm direnmesine ve çırpınmasına rağmen kale, bir hırsız gibi ondan geçmişini çalar ve yerine kendisi geçer. Bir insanın günlük yaşamında sürekli tekerrür eden küçük olayların bile, insanı yaşadığı mekâna bağladığını anlatan bir sürü örnekten biridir sarnıcın sesi. Geceleri bütün kalenin koridorlarını dolaşan bu ses, ilk geceden Dragon’un uykusunu zehretmesine rağmen, daha sonraları ona sarılarak uyuyacaktır Dragon.
Formalite icabı kalenin havasına dayanamadığını belirten bir rapor için dört ay bekler. Vade dolduğunda ardına bile bakmadan, her geçen gün daha bir önem kazanan şehre dönecektir ancak, raporun bir tek onaya kaldığı ân, kendi iradesiyle vazgeçer. Alışkanlıkları, onun vazgeçilmezleri olmuştur ve artık hissetmemektedir. İstediği zaman buradan gidebileceğine inanması ve hayatın ona vereceği yılların haddi hesabı olmamasıdır onu kalede tutan. Oysa yıllar, Dragon’un bu ânlık kararından daha hızlı ve ince hesaplıdır.
Kimin, ne zaman ortaya attığı bilinmeyen, ancak kuzeydeki çölden bir gün mutlaka geleceği bilinen Tatarlarla savaşmak için bir ömür bekleyen askerlerden biri olur Dragon. Kesin olduğu bilinmeyen bir savaş için, ömrünün her gününü aynı şeyleri yaparak ve düşünerek geçirir. Umut ettiği şey değil, umut etmenin kendisidir onun gözlerini kör eden.
Beklenen savaş için her gün eğitilir askerler. Her gün biraz daha kuşanırlar savaşın katılığını. Nizamın bozulmasına sebep olduğu için, nöbetçi bir askerin arkadaşını öldürmesine bile kimse ses çıkarmaz.
Yazarın ifadesiyle, savaşın sesini duymak için uzun bir sessizlik hüküm sürer kalede. Zaman zaman kuzeyde gözüken lekelerdir onların umutlarını besleyen. Ve lekeler her silinişinde, düşmana yenilmekten daha büyük hezimet kalır geriye: umuda yenilmek!
Dragon’a kuvvet veren ve umudunu diri tutan, gelecek yılların çok olmasıdır. Ancak, geleceğine inandığı yıllar zaten gelip geçmekte ve o bunu hiç hissetmemektedir. Ne zaman ki gençliğini ve beraberinde sıhhatini yitirir ve yardımsız yatağından kalkamaz, işte o vakit, bunu anlar. Dragon’un son günleri, kuzeyde beliren lekeler gibi yaklaşmaktadır. Ve o, kahramanca savaşmanın tam vakti geldiğine inandığında, odasına, eşyalarına ve umutlarına el konulup, hastalığından ve yaşlılığından dolayı hiçbir işe yaramadığı gerekçesiyle kaleden uzaklaştırılır.
Olayları ve duyulanları sorgulayarak değil, onlara inanarak geçirilen bir ömrün tükenişine örnekti Dragon’un hayatı. Ve sonuç olarak, kazanmayı beklediği şeyden daha büyük oldu kaybettiği.
Peşine taktığı haberi bir an önce yetiştirmek için tozu dumana katarak gelirdi rüzgâr. Şehrin meydanını bir güzel süpürüp herkesi etrafına toplar ve anlatmaya başlardı. Dağların arkasındaki ovaları, nehirlerin içindeki balıkları, ağaçların tepesindeki çocukları, kuyuların içindeki karanlıkları... Her şeyi anlatırdı. Hem de allaya pullaya... https://twitter.com/muhitkitap/status/1390735684168790018
... Bugün kimsenin beline şed bağlanmıyor. Dolayısıyla kimse kendini bir yere ait hissetmiyor; kalbinin ibresi bozulduğunda, o kuşağı bağlayan elin, onu geri almaya hakkı olduğunu bilmiyor. Kimsenin eline icazetname verilmiyor bugün. Dolayısıyla kimse, icra ettiği mesleğin esrarını, inceliklerini kendisine ulaştıran zatları tanımıyor ve onların duasıyla yola çıkmanın ne türlü bir saadet olduğunu bilmiyor. ...
...İşte bir kez daha kabul oluyordu duası. Kendi aldığı abdestle uzanmıştı yatağına. Medine’deki evinde, Resulullah’ın gül cemalini izleye izleye derin bir uykuya dalmak üzereydi. Doktor Ayşe Hümeyra, hayatında ilk defa o gün sırtını döndü İstanbul’a. Çünkü Peygamber, bu kez Cennetu’l-Bâkî’ye çağırıyordu onu.
Sargısından açılıp yayılan, yayıldıkça genişleyen bir halı gibi serildi bozkır ayaklarının altına. Dağlar önünü kesmese yoluna devam edip gidecekti. Rengiyle yakuta rakip çıkan it burunları, sevilip sevilmediğini bilmek isteyenlere beyaz taç yapraklarıyla hakikati söyleyen babasalar, el ayası gibi açılıp parmak uçlarından uyku dağıtan gavurgalar, bir ayna bulsa kendini seyretmeye doymayacak navrıs çiçekleri, minik yaprakların arasından başlarını uzatıp fark edilmeyi bekleyen kızılcıklar, kuruyan kabukları birbirine değdikçe hışırdayan iğdeler bu koca halının üzerinde oynayan çocuklar gibi şenlik getiriyordu bozkıra.