Rahşan Tekşen

ANA SAYFA  »  KEŞKÜL  »  Yazılar   »  Şairin Soluklandığı Yer

Şairin Soluklandığı Yer

Ali Ural
Ali Ural

Ali Ural

ŞAİRİN SOLUKLANDIĞI YER

Edebiyatın derdi insandır. İnsanın ruhu... En kalabalık ve en yorgun şehirlerinden, en ıssız ve en kimsesiz sokaklarına kadar, onun her yerini karış karış dolaşmaktır edebiyatın derdi. Elindeki haritaya ve önüne çıkan işaretlere bakarak yol almaya çalışan bir hazine avcısı gibi ruhunun derinliklerine gömülen ne varsa, ona ulaşmak ister. İnsanı insana göstermektir çünkü derdi. İnsana kendini göstermek...

Fenerini yakıp yıllardır insanın peşinden giden; onun mimiklerinden, düşüncelerinden, adımlarından, öfkelerinden, aşklarından, rüyalarından nice hazineler çıkaran ve sonunda hepsini iki kapağın arasına sırlayarak insanlığın önüne koyan usta bir yazardır Ali Ural. Aynı zamanda usta bir şair ve usta bir denemeci. Tıpkı Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Haşim, Sezai Karakoç, İsmet Özel, Cemal Süreya gibi. Kimi yıldızların yan yana oluşlarını bir tesadüf nazariyesiyle açıklamak nasıl abes bir işse, büyük şairlerin aynı zamanda büyük denemeciler oluşunu da bir tesadüf zannetmek o denli abestir.

Ali Ural, ne zaman şiire doğru uzun bir yolculuğa çıkacak olsa, soluklanmak için durduğu çoğu yerde, denemeyle atar yorgunluğunu. Ağaçların arasından geçerken çalılara sürtünüp karnındaki miski düşüren ceylan gibi şiirinin kokusunu bırakır denemelerine. Bu yüzden şiir kokar denemeleri. Bu yüzden, nesirleri şiirlerinden fazladır, demek yanlış olur Ali Ural için. Zahirde nesirleri çoktur amma şiirleri de ondan aşağı değildir, demektir sözün doğrusu.

Birer portre denemesi olarak bilinen Güneşimin Önünden Çekil, Satranç Oynayan Derviş ve Peygamberin Aynaları’nı da mensur şiir olarak saymak, hem şairin hem şiirin hem de denemenin hakkını teslim etmek olur. Zira kimi satırlar yan yana değil alt alta yazılacak olsa, pek âlâ şiir çıkar birçoğundan: “Şiir bu/fil yükü altın da bağışlatır/fillerin ayakları altında da ezdirir/şair bu/hükümdarı göklere de çıkarır/gayya kuyusuna da indirir/hükümdarlar sözü buyruk atına/şairler sözü büyü atına bindirirler/sözün pahası büyüktür/sultanlara cömertlik düşer/kudretli olduklarını kim bilecek şairler sussa/ha altmış bin altın/ha altmış bin beyit/kırk yaşında yontsun kalemini şair/kırk yaşında yazmak için.”

Şiirde bir tek kelimenin hatta bir tek hecenin fazlalığı nasıl göze batarsa, Ali Ural’ın bu kitaplarında da fazladan bir cümleye veya bir kelimeye rastlanmayışı, bu yazıların şiirin hamuruyla mayalanmış olmasındandır. Portreleri inşa eden devrik cümleler, yinelemeler, söz sanatları, imgeler, hep göz kırparak geçer şiirin yanından. “Şiirin alanı duygu, denemenin de düşüncedir.” diyenleri mahcup eder Ali Ural’ın bu yazıları. Zira onun şiirlerinde duygunun öbür yüzü düşünce, denemelerinde düşüncenin öbür yüzü duygudur.

O kadar samimidir ki portrelerinde, kaleme aldığı kişiyi ve okuru, kendi iç dünyasında inşa ettiği sarayda ağırlar. Misafirlerini birbiriyle tanıştıran, kaynaştıran, onların rahat etmesi ve kendilerini aileden biri gibi hissetmesi için elinden geleni yapan bir ev sahibine döner. Kalıplardan, kurallardan, klişelerden azat eder onları ki hoşnut kalsınlar, memnun olsunlar, bir daha gelmek için can atsınlar... Türlü bahanelerle yanlarından ayrılıp baş başa bırakır misafirlerini. Fakat diğer odalardan sesi gelir; kendi kendine konuşan, durmadan bir şeyler anlatan sesi... Öyle kaptırır ki kendini konuşmaya, okur tarafından dinlendiğini; yüzünde oynaşan mimiklerinin, sağa sola hareket eden ellerinin, etrafta gezinen gözlerinin izlendiğini fark etmez bile. Konuşur durur: “Ah Floransalı Machiavelli! Seni anlayamadık! Uçacakmış hissi veren yayvan bedenine, mengeneden çıkmış intibaı uyandıran orantısız başına, şüphelerle yoğrulmuş kaygan gözlerine, hedefine saplanmak için kıvranan kartal burnuna, ihtirasın son haddine kadar gerilmiş kavisli ağzına bakarak ‘Old Nick!’ dedik sana, sıfatını ödünç alıp şeytanın.

O kadar kıymetli misafirler ağırlamıştır ki sarayında! Sahabeler, halifeler, âlimler, şairler, yazarlar, hattatlar, filozoflar, mutasavvıflar, bilim adamları, musikişinaslar dolaşır koridorlarda. Dünyanın dört bir yanından gelen konuklara açmıştır kapısını; İtalya’dan, Fransa’dan, Almanya’dan, Kazakistan’dan, Özbekistan’dan, Tunus’tan, Atina’dan, Irak’tan gelen konuklara. Ve tabii Mekke’den, Medine’den, İstanbul’dan... Bir odaya Şeyh Galip’i almıştır okurlarıyla beraber, bir odaya Tolstoy’u, bir odaya Cüneyd-i Bağdadî’yi... Her yer mahfile dönmüştür Ali Ural’ın sarayında. Kim bilir, belki de yıllardır hayalini kurduğu akademiyi, ustalarla çırakları, hocalarla talebeleri bir araya getirerek portre kitaplarında gerçekleştirmiştir.

Tarihin, sopasını sallaya sallaya anlattığı o sıkıcı bilgilerden eser yoktur yazılarında. Sadece kendinden bahseden bencil biyografilerden de. Onun yazılarında bilgi, bilgeliğe dönmüştür çünkü. Okuru kendisine hayran bırakan, saygı duymasına sebep olan da bu bilge üslubudur. Okurunu hep yukarı taşımak ister Ali Ural. Bilgi seviyesine, nezaket seviyesine, medeniyet seviyesine... Akıcıdır dili, kolay çiğnenen bir lokma gibi yumuşaktır. Şifalıdır ama okuduktan sonra hazmetmek için biraz beklemek gerekir.

Gördü. Tehlikesini gördü görülmenin. Ölmeye başlıyordu övgüden hoşlanınca ruh. Bu yüzden şehirdeki ölüler mezarlıktakilerden çoktu. ‘Bilinmemek’ ganimet bilinmediğinden âh! Mademki râvilik tacında şöhret, mademki itibar etmede halk, kaçmalı yalınayak, aldırmadan kınamalara.”

Güzel olan her şey bir yer bulur kendine yazılarında. Uyuyan bebeğin nefesi, batan güneşin ağıtı, uçan kuşun kanat sesi, açan çiçeğin şarkısı... Güzel olana adamıştır kendini çünkü. Bir kere bile gündelik kavgaların gürültüsüne başını çevirip bakmaz. Bir kavgada adı geçtiyse, mutlaka derdi arabulmaktır. Sanki kalubelada Ali Ural’ın önüne bir kılıç, bir de kalem koymuşlar, sonra gözlerini kapayıp “Haydi seç!” demişler, o da kalemi seçmiş gibi yazar. Sanki bunu üç defa tekrar etmişler de o her seferinde, kimseyi yaralamamaya ahdeder gibi kalemi seçmiştir. Belki de bu yüzden hiç kan dökmez yazıları. Bilakis, yaraya sürülen bir merhem gibi şifa olur her biri.

Herkesin baktığı pencereden bakmaz insana. Herkesin kulağını dayadığı yerden dinlemez onu. Kendi penceresini kendi seçer. Kendi istediği yerden, istediği mesafeden; gerekirse göğsünün üstüne koyarak başını, öyle dinler insanı. Bin kere duyulanı ilk defa duyuluyormuş, bin kere görüleni ilk defa görülüyormuş gibi hissettirmesi de bundandır. Usta bir hikâyeci olmasının verdiği tecessüsle, çoğu kişinin fark etmeden geçip gittiği ayrıntıları işleyip bedialar çıkarır ortaya. Nihad Sami Banarlı “Türkçe’nin bütün incelik ve güzelliklerini benimseyerek, zevkle ve ülkü ile yapmaktadır [şair].” derken Ali Ural’ı kastetmiştir sanki.

İktibaslar... Kandil gibi yanar metinlerin üzerinde. Aydınlatır konduğu yeri. Her defasında kuvvetli bir referansla çıkar okurunun karşısına Ali Ural. Hz. Bilal’in selamıyla geldim, der gibi çalar kapısını ve aktarır cümlesini. Fuzulî’nin selamıyla geldim, der gibi. İmam Şafiî’nin selamıyla... Selamını getirdiği makama layık bir tahtın üzerinde sunar cümlelerini. Öyle asil, öyle zarif, öyle hürmetkâr...

Dil eşikte yatan bir arslan da olabilirdi, yularından çekilen bir deve de. Söz kara yere mavi gökten inmişti. İnmişti de karışmıştı toprağa, taşa. Her kim altını topraktan çıkardı, alev alev yanan taşlar beyler başında. O zamanlar söz sahipleri korkardı dilden. Korkardı da başkasına değil, kendilerine sallarlardı parmaklarını: ‘Sözü çok söyleme, sırasında ve az söyle; binlerce söz düğümünü bu bir sözde çöz!’ Ya kalkarsa arslan eşikten! Ya parçalarsa söz sahibini!

Ali Ural’ın derdi insanı insana göstermektir. İnsana kendini göstermek... Belki de bu yüzden bir serlevha gibi şu cümleye yer vermiştir Satranç Oynayan Derviş’in takdiminde: “Duvarlarına astığım portreler, onların değil, senin portren [ey insan].”

Yitiksöz Sanat, Edebiyat ve Düşünce Dergisi, Yıl:3, Sayı:13, Ekim-Kasım 2022

Yazılar KATEGORİSİNDEN...

kultur-bakanligi-yayincilik-35698

Ilgıncığın Özü Olmaz, Deli Kızın Sözü Olmaz

Sargısından açılıp yayılan, yayıldıkça genişleyen bir halı gibi serildi bozkır ayaklarının altına. Dağlar önünü kesmese yoluna devam edip gidecekti. Rengiyle yakuta rakip çıkan it burunları, sevilip sevilmediğini bilmek isteyenlere beyaz taç yapraklarıyla hakikati söyleyen babasalar, el ayası gibi açılıp parmak uçlarından uyku dağıtan gavurgalar, bir ayna bulsa kendini seyretmeye doymayacak navrıs çiçekleri, minik yaprakların arasından başlarını uzatıp fark edilmeyi bekleyen kızılcıklar, kuruyan kabukları birbirine değdikçe hışırdayan iğdeler bu koca halının üzerinde oynayan çocuklar gibi şenlik getiriyordu bozkıra.

DETAY...

ayse-humeyra-okten-890

Ayşe Hümeyra Ökten

...İşte bir kez daha kabul oluyordu duası. Kendi aldığı abdestle uzanmıştı yatağına. Medine’deki evinde, Resulullah’ın gül cemalini izleye izleye derin bir uykuya dalmak üzereydi. Doktor Ayşe Hümeyra, hayatında ilk defa o gün sırtını döndü İstanbul’a. Çünkü Peygamber, bu kez Cennetu’l-Bâkî’ye çağırıyordu onu.

DETAY...

kemal-ural-894

Can Bağı

... Bugün kimsenin beline şed bağlanmıyor. Dolayısıyla kimse kendini bir yere ait hissetmiyor; kalbinin ibresi bozulduğunda, o kuşağı bağlayan elin, onu geri almaya hakkı olduğunu bilmiyor. Kimsenin eline icazetname verilmiyor bugün. Dolayısıyla kimse, icra ettiği mesleğin esrarını, inceliklerini kendisine ulaştıran zatları tanımıyor ve onların duasıyla yola çıkmanın ne türlü bir saadet olduğunu bilmiyor. ...

DETAY...

dino-buzzati-792

Tatar Çölü, Dino Buzzati

...    Kaleye giderken yolda karşılaştığı Yüzbaşı Ortiz’le başlayan ilk düğümün akabinde, kaleden bir ân önce ayrılmak istediğini söylemek üzere gittiği Binbaşı Matti’nin odasından görünen kuzeydeki Tatar Çölü’nün manzarası gelir. Tüm direnmesine ve çırpınmasına rağmen kale, bir hırsız gibi ondan geçmişini çalar ve yerine kendisi geçer. Bir insanın günlük yaşamında sürekli tekerrür eden küçük olayların bile, insanı yaşadığı mekâna bağladığını anlatan bir sürü örnekten biridir sarnıcın sesi. Geceleri bütün kalenin koridorlarını dolaşan bu ses, ilk geceden Dragon’un uykusunu zehretmesine rağmen, daha sonraları ona sarılarak uyuyacaktır Dragon. ...

DETAY...

2024. Copyright © Rahşan Tekşen.

Avinga | XML