MEMLEKET SULARINDA AÇAN BİR NİLÜFER
Mahalle sakinleri yavaş yavaş evlerine çekilmeye ve Atikali’nin sokakları tenhalaşmaya başlamıştı. Akşam ezanının eli kulağındaydı. Küçük büyük kim varsa oruçluydu. Fırından yayılan sıcak ekmek kokusu, sahurdan beri ağzına tek lokma koymamış herkes için dünyevî bir zevkten ziyade cennet taamına benzer bir râyiha taşıyordu. Gurbette açılan erzak bohçasının yaydığı sıla kokusu gibi müthiş bir huzur bahşediyordu insana. Hisarlardan atılan top sesi, segâh makamındaki ezanın mütemmimi oluyor; ikisi de “Allahu ekber” diyerek bu toprakların Peygamber emaneti olduğunu ilan ediyordu.
Çok değil, belki beş altı sene sonra ezan sesine hasret kalacaktı bu sokaklar, bu şehir, bu topraklar... Başlarına geleceklerden bîhaber, içinde bulundukları demlerin son safâsını sürüyordu herkes. İşte böylesi akşamlardan biriydi. Nureddin Tekkesi’yle Sarayağası Caddesi’nin kesiştiği yerde, sokağın hemen başındaki konakta, çoluk çocuk bütün aile iftar sofrasının etrafında toplanmıştı.
Sıdıka Hanım büyük kızı Mahmude’ye “Feneri yaktın mı?” diye sordu. Yakmaz olur muydu hiç! Yakmıştı tabii. Beşikteki sabisi Ayşe Hümeyra’yı nasıl ihmal etmiyorsa, evde kendi üzerine düşen işleri de ihmal etmiyordu. Saatin tıkır tıkır işlemesine benzerdi konaktaki gündelik hayat. Herkes vazifesini bilir, kimsenin kimseye iş buyurmasına hacet kalmaz, dışarıdan görenlerin gıpta etmekten kendini alamayacağı bir düzen içinde akıp giderdi her şey. Yıllardır, her akşam evin köşesine fener asmak âdeti de bu ailenin kendisine vazife addettiği mühim işlerden biri olmuştu. Sofralarındaki ekmeği düşündükleri kadar kapılarının önünden geçen insanları da düşünür, karanlıkta kalmamaları için onların yolunu aydınlatırlardı. Hatta evin önüne dinlenme taşı bile koymuşlardı. Yükü olan sırtındakini indirsin, yorulan soluklansın diye.
Kimin aklına gelirdi bu diğergâm konağın bir gün yıkılacağı ve yerine, kendinden başka kimseyi düşünmeyen yirmi sekiz daireli bir apartman yapılacağı! Şehrin suretini güzelleştiren ahşap konaklara hasretle “Âh nerede o eski Istanbul!” diye iç çekenlerin bile, belki de şehrin siretini güzelleştiren o fenerden, o dinlenme taşından hiç haberi olmayacaktı. Kimse onların yokluğunun ardından bir âh çekmeyecekti. Ayşe Hümeyra gibi o konakta doğanlar veya o konağın ekmeğini yiyenler hariç...
Gün geldi, her biri başka bir yere dağıldı. Hatta dünyanın öbür ucuna kadar gidenler oldu içlerinden. Fakat bir menkıbe gibi nesilden nesile aktardıkları bu fenerin hikâyesini hiç unutmadılar. Nereye giderlerse gitsinler, hak vaki olana kadar, o güzelim fener gibi kimi ilmiyle, kimi sanatıyla, kimi başka bir meziyetiyle etrafını aydınlatıp durdu.
Bu konakta yaşayanlardan biri de Hafız Sami Efendi’ydi. Sıdıka Hanım’ın erkek kardeşi, Ayşe Hümeyra’nın büyük dayısı. Ne kadar kabiliyetliydi musikiye! Hocası Zekâi Dede’nin gözdelerindendi. “Benim sana meşk edeceğim her şeyi Cenâb-ı Hakk sana meşk etmiş evlat.” diyerek iltifat etmişti bir gün talebesine. Sesi o kadar güzeldi ki her ramazan, sarayda hanımlara hatimle teravih namazı kıldırırdı Sami Efendi. Bu vazifesi karşılığında ona bir kese hediye edilir, o da henüz yoldayken bu atiyye-i seniyyeyi fakir fukaraya dağıtır, eve bir kuruşunu dahi sokmazdı. Nasıl olduysa, bir keresinde ahbaplarına kaptırmıştı kesesini. Atikali’deki mezkûr konak da bu ahbapların dostane hilesi sayesinde alınmıştı. Hiç evlenmemiş, gencecik yaşta vefat etmiş, arkasında bu güzelim konağı ve ramazan gecelerine mührünü vuran davudî sesini bırakmıştı.
Sıdıka Hanım’ın zevci Hafız Süleyman Efendi, Atikali Camii’nin imamıydı. Değme delikanlının başaramayacağı bir yiğitlik gösterir, kışa denk gelen ramazan gecelerinde, kovadaki buzlu suyu kırar, ıslanan vücudundan duman tüte tüte abdest alırdı. Onu bu halde görenlerin bile tüyleri diken diken olur, içleri titrerdi. Ama o muhterem zat, en ufak bir üşüme emaresi göstermez, minberdeki yerine geçer ve sahur vakti, caminin duvarlarını Kur’an sesiyle ısıtırdı.
Böylesi günlerden biriydi. Atikali cemaatinden olan Mahmud Celâleddin Efendi, Hafız Süleyman Efendi’yi abdest alırken gördü. Buzlu suyu yüzüne çarparken yirmi yaş daha gençleşiyor, düşmana göğsünü geren bir nefer gibi sırtı dikleşiyordu. Yüzünden damlayan sular, mübareğin çehresinden nura boyanıyor, inci taneleri gibi yere dökülüyordu. Bu manzara karşısında, içinde öyle bir muhabbet hâsıl oldu ki kendisinin bile tarif edemediği bir insiyakla o zata yaklaştı ve ömrü boyunca bir daha yanından ayrılmadı.
Mahmud Celâleddin Efendi’nin gönlünde yeşeren muhabbet, sadakat, ihtiram Hafız Süleyman Efendi’nin toprağında büyüdü, serpildi... Gıpta edilecek bir dostluk başladı aralarında. Hafız Süleyman Efendi, sık sık Mahmud Celâleddin Efendi’yi evine davet ediyor, onunla saatlerce sohbet etmekten büyük bir haz duyuyordu. İlmine, şahsiyetine, ahlâkına öyle hayran olmuştu ki bir gün “Azizim, bizim oğlana Arapça öğretsen.” ricasında bulundu. “Hay hay!” diyerek karşılık verdi Mahmud Celâleddin Efendi. O günden sonra hem Hafız Süleyman Efendi’nin yakın dostu hem de evin oğlunun hocası vasfıyla gelmeye başladı konağa.
Buraya geldiği ilk günü hiç unutamıyordu Mahmud Celâleddin Efendi. Konağın içinde yaşanan o müstesna hayat, bütün duvarlara yansıyor; Müslüman evinin sadeliği, intizamı, temizliği, tevazuu, güzelliği her köşede kendini gösteriyordu. Hani konak dile gelse, ne kadar mesut olduğunu anlatacaktı o gün Mahmud Celâleddin Efendi’ye. Anlatacak, anlatacak ve belki de sözlerinin sonunu getiremeyecekti. Hele sedirlerden yayılan mis gibi sabun kokusunu ömrü boyunca unutamadı. Aslında onu en çok etkileyen şey, ne o gün ne de diğer ziyaretlerinde, evde hiçbir kadın sesi duymamış ve hiçbir kadın gölgesine rastlamamış olmasıydı.
Bir akşam Mahmud Celâleddin Efendi, mutat ziyaretlerinden birini gerçekleştirdi. Nasıl olduysa konu ifk hadisesine gelmişti. Söz kendisindeydi. Sanki Âişe validemiz onun yanı başında ağlıyor; Efendimiz onun yanı başında susuyor, mübarek ağzını bıçak açmıyordu. Sanki tayy-i mekân etmiş de o günleri göre göre, yaşaya yaşaya anlatıyordu. Hafız Süleyman Efendi, sedire oturmuş pürdikkat arkadaşını dinliyor; Sıdıka Hanım da kapının arkasına geçmiş, içeridekilere nefesini bile duyurmadan gözyaşları içinde “Damadım böyle âlim bir zat olsun Allah’ım!” diye dua ediyordu.
O gece ya hacet kapıları açıktı ya da muhteremenin yakarışından gökler titremişti ki, henüz kimsenin aklına düşmemiş olan o hayırlı iş, evin büyük kızı olan on iki yaşındaki Mahmude’nin defterine yazıldı ve on yedisini doldurduğunda, otuz dokuz yaşındaki Mahmud Celâleddin Efendi’yle güzel bir yuva kurdu. İlk göz ağrıları Ayşe Hümeyra, işte bu konakta, 1925’in sonbaharında, bu birbirinden mübarek zatların arasında dünyaya geldi. Efendimiz’in Âişe validemize “Hümeyra” diye seslenmesine nispetle bu ismi koymuştu babası ona. Güzel kızına, âlemlerin efendisinin nidasıyla seslendikçe, validemizin ahlâkı tecelli edecekti onda. Bütün muradı, duası, niyazı buydu.
Çocukluğundan itibaren anneannesi Sıdıka Hanım gibi prensipli bir hanımefendi oldu Ayşe Hümeyra. Dedesi Hafız Süleyman Efendi gibi mütedeyyin, ilme düşkün; babası Mahmud Celâleddin Efendi gibi çalışkan, zeki; annesi Mahmude Hanım gibi hayâlı ve edepli... Hepsinden daha önemlisi ismiyle müsemma bir şahsiyet oldu. İnsanlar zahiren onu adıyla ünledikçe, babasının duası hürmetine, sanki Efendimiz “Hümeyra” diye sesleniyordu ruhuna. Ayşe Hümeyra bu ikinci sesi duyduğu zamanlar, ne eve sığıyordu ne şehre. Nihayet yirmi sekiz yaşına geldiğinde ve bu sesin onu nereye çağırdığını idrak ettiğinde Medine yolu göründü ona. O günden sonra ömrünün kalan altmış yedi yılını, kabul olmuş bir duanın yeryüzünde tecessüm etmiş hali gibi İstanbul’la Medine arasında gidip gelerek geçirdi.
O dönemlerde bir Ayşe Hümeyra’nın yetişmesi hiç de kolay değildi. İnce bir iğnenin deliğinden geçiyordu vatan. Savaş, yokluk, devrim, ihanet, karartma, idam, yasak... Bütün bunlar bir mayın gibi patlıyordu halkın her gün yürüdüğü yollarda. Din, İslam, Kur’an, peygamber, cami, âhiret... Kimi devlet erkânının gözleri seğirmeye, burunları öfkeyle solumaya başlıyordu bu kelimeleri duyduklarında. Sonra da kendilerine hâkim olamıyor, gelincik tarlasına girmiş dozer gibi her yeri talan ediyorlardı. İmama, müezzine, şeyhe, dervişe zaten ihtiyaç yoktu. Camilerin samanlık, tekkelerin ahır olması müsaviydi onların nezdinde. Peygamber müezzini Bilâl-i Habeşî’nin ezanını mahkûm etmekte ve onu on sekiz yıl zindanda tutmakta da beis yoktu onlar için.
Ayşe Hümeyra ve kardeşleri böylesi hastalıklı bir hayatın içerisine doğmuş, anne babalarının aşıları sayesinde hayatta kalmayı başarmışlardı. Bütün zorluklara rağmen kaybolup gitmemiş, çamurun kendilerini kirletmesine izin vermemiş birer nilüfer gibi açmışlardı memleket sularında.
Müstesna bir zekâsı vardı Ayşe Hümeyra’nın. Daha birinci sınıfa başladığı günlerde, okul müdürü Hulusi Bey, bu çocuk arkadaşlarını geçecek, demiş, nitekim öyle de olmuştu. İstanbul Kız Lisesi’nde okurken iftihar listesine yazılmıştı adı. Bu liste Ankara’ya gönderilmiş ve bir kitapçık olarak basılmıştı. Ertesi yıl yine aynı muvaffakiyet ve aynı onur... İki sene üst üste ismini iftihar listesine yazdırmayı başaran bir öğrenci, üniversiteye girebilmek için yapılan imtihandan muaf tutuluyordu. Ayşe Hümeyra da bu muafiyetten yararlandı ve mezun olur olmaz, nice zamandır hayalini kurduğu Tıbbiye’ye kaydoldu.
Kendisinden çok, babası istiyordu Tıbbiye’de okumasını. Çünkü yaşını yeni doldurmuş bir oğlunu kaybetmişti yıllar evvel ve evlat acısı, derisinin altına saklanan bir diken parçası gibi ağrıyıp duruyordu. Belki de o dikeni yerinden çıkaracak tek şey, kızının doktor olmasıydı. Bunun hayalini kurmaktan ve her fırsatta bu hayalini dile getirmekten hiç usanmadı. Hatta bir keresinde Doktor Sezai Bedreddin Bey gelmişti evlerine. “Ayşe Hümeyra da doktor olmak istiyor.” demişti ona. Doktor beyin “Tavsiye etmem hocam, dert mesleğidir.” demesine rağmen, baba kızın gözü hiç korkmamış ve vazgeçmemişlerdi hayallerinden.
Aslında Mahmud Celâleddin Efendi’nin gönlünde, şifa bulmayan başka bir yara daha vardı. Kendisi dört yaşındayken, babası Salih Zihni Efendi, kalafattan kayan bir geminin altında kalmış ve yirmi beş yaşında, gencecik bir delikanlıyken göçüvermişti bu dünyadan. Bu âni ölüm, annesini fevkalade sarsmış, üzüntüden verem olmasına sebep olmuştu. Yedi yaşındayken hem öksüz hem yetim kalmıştı Mahmud Celâleddin Efendi. Belki de en çok bunun için doktor olmasını istiyordu Ayşe Hümeyra’nın. Çocukların boynu bükük kalmasın, anaların yüreği yangın yeri olmasın diye... Arkadaşları ne kadar muhalefet ederse etsin, çocuklarını okutmakta bir an bile tereddüt etmedi. “Hayatın ne getireceği belli olmaz, kızlarım da okusun.” dedi hep. Talebelerine nasihati de bu oldu yıllarca: “Hayatın ne getireceği belli olmaz, okuyun.”
Ayşe Hümeyra’ya esas iyi gelen şey, babasının sohbetleriydi. Her akşam, hiç aksatmadan çocuklarını etrafına toplar, onlara bir şeyler anlatır ve gönlünden dökülenler, panzehir etkisi yapardı. Bir kez bile “Namaz kılın” cümlesini duymamıştı babasından. Buna rağmen kendisinin ve kardeşlerinin alnı, secde iziyle parlıyordu.
Fakültede başı açıktı, ama mütesettir bir öğrenciydi. Yaz aylarında bile bir kez kollarını sıyırdığını, yakasını açtığını, ince çorap giydiğini gören olmamıştı. Namaz kıldığını kimseye belli etmiyor, vizite aralarında kapısı açık bir cami bulabilmek için sırtından ter çıkana kadar dolaşıyordu. O istediği kadar gönlündekini setretmeye çalışsın, misk, kokusunu sızdırmadan durabilir miydi şişesinde? Hocaları, arkadaşları, etrafındaki herkes biliyordu Ayşe Hümeyra’nın kendilerinden farklı olduğunu. Eğlence ortamlarından uzak duruyor, arkadaşlarına katılmıyordu mesela. Onun yerine kendini işine gücüne veriyor, gün içinde hastalarını defalarca dolaşıyor, en son tramvayla dönüyordu evine. Eğer meşrebine uymayan bir ortama katılmak zorunda kalmışsa, babasının “Dindar görüneceğiz diye mutaassıb olmayın. Aydın desinler diye dininizden taviz vermeyin.” nasihatini düşünerek sabrediyor ve bu miyara göre hareket ediyordu. Bütün bunlar bir yana, hastalarının başında şifa ayetleri okuyan dudaklarının kıpırtısı, onu zaten ele veriyordu.
Ne kadar çalışkan bir talebeydi Ayşe Hümeyra! Çok da iyi bir asistan! Hocalarının fikrine göre, bu kadar başarılı bir doktor, kesinlikle üniversitede kalmalıydı. Onlar istediklerini düşüne dursunlar, Ayşe Hümeyra’nın gönlünde yatan aslan, bir an evvel ihtisasını tamamlayıp Âişe validemiz gibi özgürce başını örtmek ve onun gibi bir Müslüman olabilmekti.
İhtisasına bir buçuk yıl kala, 1953 senesinde, bakanlıktan fakülteye bir yazı geldi. Kızılay’la birlikte hacca gidecek ve özellikle oranın ağustos sıcağına dayanabilecek genç doktorlar isteniyordu. Fakülte yönetimi bu ilanı duvara asmış, gönüllülerin başvurmasını bekliyordu. Ayşe Hümeyra, bir sabah yine erkenden Tıbbiye’ye geldi. Her zamanki gibi sağına soluna bakmadan işinin başına geçti. Hâlbuki bir kerecik başını kaldırsaydı, günlerdir orada asılı duran ilanı görecekti. Ama görmüyordu işte. Olsun, o istediği kadar ayaklarının ucuna bakarak yürüsün, nasibine yazılan, önünde sonunda ona kendini gösterecekti.
Bazı zamanlar yağmur öncesi âniden şimşek çakar ya hani, insan hazırlıksız yakalandığı için korkar ve nereye kaçacağını bilemez; aslında arkasından boşalacak rahmet toprağa, çiçeğe, kuşa, ağaca hayat getirmek için geliyordur... İşte o gün fakülte hocalarından Servet Bey’in “Mekke’ye gider misin?” sorusu da böyle bir şimşek gibi çakmış ve Ayşe Hümeyra bu âni sual karşısında hazırlıksız yakalanmıştı. Onun heyecanı herkesinkinden farklıydı. Yıllardır ondan başka hiç kimsenin duymadığı ruhuna seslenen o “Hümeyra” nidası, nihayet ayan beyan ortaya çıkmış, dipdiri karşısında duruyor ve “İşte geldim.” diyordu. O gün hocasına ne dedi, fakülteden nasıl çıktı, tramvaya nasıl bindi, eve nasıl döndü... Hiç hatırlamıyordu. Tek hatırladığı, baygın bir insanı uyandırmak için yüzüne çarpılan soğuk su gibi babasının itirazıydı: “Bunca emek verdiğim, büyütüp yetiştirdiğim, ilmek ilmek dokuduğum evladımı gönderemem.” Fakat kızının gözyaşlarını gören Mahmud Celâleddin Efendi’nin yüreği, güneş vurmuş kar gibi eridi ve sekerat hâlindeki bir hastanın takatsizce ağzından çıkardığı cümle gibi “Pekiyi” müsaadesini salıvermek oldu.
Muameleler öyle el çabukluğuyla yapılıyordu ki Ayşe Hümeyra bunların hiçbirini birbirinden ayırt edemiyor, bu sürat, yaşadıklarının sırf bir hayalden ibaret olması korkusunu beraberinde getiriyordu. Hacılarla birlikte Karaköy’den vapura binip ertesi gün İzmir’e vardığında bunun bir rüya olmadığına inanmaya başladı. İki gün Akdeniz’de, bir gün Süveyş’te ve iki gün de Kızıldeniz’de geçen uzun yolculuk, yaşadıklarına onu ancak inandırmış ve onu ancak teskin etmişti. Yedi doktor daha vardı kafilede. Ama aralarındaki tek hanım kendisiydi. Tek hanım ve tek başörtülü doktor... Hatta bu vazife için görevlendirilen ilk hanım doktor. İlk olmanın onun nazarında hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktu. Onun nazarında kıymetli olan tek şey, yıllardır özlemini çektiği sevgilisine nihayet kavuşacak olmasıydı.
İstanbul’dan gelen doktorlar Mekke’ye vardıklarında Hasan Arakanî Bey’in muayenehanesinde başladılar görevlerine. Çadır çadır dolaşıp hastalara bakıyor ve kavurucu sıcak altında bayılmamak için azamî gayret sarf ediyorlardı. Başörtüsünün altına bir buz torbası koymuştu Ayşe Hümeyra. Onun verdiği serinlikle ve hepsinden önemlisi, mübarek topraklarda olmanın saadetiyle bütün doktorlardan daha dinç ve daha hareketli görünüyordu. Karınca gibi durmadan çalışıyor, “Ya Şâfî” çekerek tedavi etmeye başlıyordu hastalarını. Yüzlerce hacıya bakıyor, onların ağrılarını dindiriyor ve birbirinden güzel dualarını alıyordu. Refakatçisi olmayan Türk hastaların başında sabahlıyor, onlara hususi bir ihtimam gösteriyordu. Yatarak gelen hastaların yürüyerek geri dönmesindeki mucizeye her şahit olduğunda, mesleğini daha da çok seviyordu.
İmanı, hastaların sadece tedaviye değil, aynı zamanda şefkate de ihtiyacı olduğunu öğretmişti ona. Doktor dediğin ilacıyla olduğu kadar, bakışlarıyla da tedavi etmeliydi hastasını; verdiği ilacın kendisine iyi geleceğine inandırmalıydı onu. Belki de bu yüzden, tabipliğinden ziyade insanlığıyla etki bırakıyordu hastalarının üzerinde. Yıllar önce tedavi ettiği insanlar, vefalarını göstererek “Doktor hanım, gülden nazik hatrınızı sorarım” diye başlayan birbirinden samimi mektuplar yazıyorlardı ona. Hastalar, onun nöbetçi olduğu gecelerde kendilerini ziyadesiyle talihli addediyor, sevinçlerinden “Ayağın Kâbe’ye varsın doktor hanım.” diye dualar ediyorlardı. Aile dostlarından Halil Nimetullah Bey’in ifadesi ile gerçek bir “tabîbe-i hâzıka-i mütedeyyine” olmuştu Ayşe Hümeyra.
Mekke’de bütün maharetini ve bilgisini ortaya koydu. Bu vesileyle, arının her çiçekten nektar toplaması gibi dünyanın dört bir yanından gelen hastalardan dua devşirdi. Sanki Allah onları Ayşe Hümeyra’ya dua etsinler diye getirmişti buraya. Öyle ya, hasta duası geri çevrilmez, “Âmin” diyeni de melekler olurdu.
Medine’ye geldiğinde bir güneş tutulması hâli yaşadı Ayşe Hümeyra. İstanbul’la Medine arasında kaldı yüreği. Bundan sonra ne Medine’siz yapabilecekti ne de İstanbul’dan ayrılabilecekti büsbütün. Başını yastığa koyduğu her gece, gözünü açtığı her sabah “Beni buradan ayırma Allah’ım!” diye dualar ediyordu. Bu niyazı kabul olmuştu. O zamanlar Suud’un doktor ve mühendislere ihtiyacı vardı. O da bunu fırsat bilerek Medine’de oturma izni almıştı Hariciye Vezareti’nden. Artık her sene üç ayları ve hac mevsimi peygamber toprağında geçiriyor, hatta zaman zaman annesi ve babasıyla birlikte geliyordu buraya. Tek endişesi, bu geliş gidişlerden mahrum kalmaktı. Sırf bunun için hayatı boyunca hiç evlenmedi. Bunun sebebini sorduklarında “Her eve bir anne, yedi mahalleye bir doktor lazım.” diyordu. Yedi mahallenin değil, yedi düvelin doktoru olmuştu Ayşe Hümeyra. Yedi düvele şifa dağıtmıştı.
Medine’de geçirdiği günlerden dolayı hiçbir zaman pişman olmadı. Sadece bir kez... Pişmanlık da değil, başkaca bir şeydi. Aynı gün, 1961 senesinin ilk karı yağıyordu İstanbul’a. Mahmud Celâleddin Efendi, pencerenin yanına koyduğu iskemlesinden hem karın yağışını seyrediyor hem de bir şeyler okuyordu. Nasıl olduysa birden bire göğsüne bir ağrı saplandı ve o ağrının peşine takılıp sessiz sedasız yolculuğa çıktı. Kitabı açık kalmıştı, kızının yolunu bekleyen gözleri bir de... Cep takvimine o gün yazdığı iki not vardı: Bir, senenin ilk karı yağdı. İki, kızım Ayşe Hümeyra gitti, ama bir ay sonra gelecek. Bu haberi gazeteden okudu Ayşe Hümeyra. İşte o gün hayatının ilk karı yağdı üzerine, çırçıplak dışarıda kaldı ruhu. Üç yıl gibi geçen üç günlük tren yolculuğunun ardından İstanbul’a vardı. Babasının cep takvimine yazdığı o notlar, peş peşe saplanan oklar gibi deldi yüreğini.
Ama yine döndü Medine’ye. Işığın etrafında pervane olan bir kelebek gibi Mescid-i Saadet’in etrafında dönüp durdu doksan beş yaşına kadar. Vefatından birkaç gün önce annesi Mahmude Hanım “Gel artık Hümeyra” diye yalvardı ona. “Önce Medine’ye geçeyim, sonra da senin yanına gelirim, bekle.” dedi annesine. Uyandığında “Elhamdulillah, bize de yol göründü.” diye tabir etti rüyasını ve sadece gülümsedi. Yıllarca kendisi için ettiği dua kabul olmuştu. Akıllı, sağlıklı, ibadetli, ikramlı bir hayat sürmüştü o güne kadar. Kendi hizmetini hep kendi görmüştü. Beş vakit namazını erkânıyla eda etmiş, kimseye yük olmamış, utanılacak durumlara düşmemişti.
İşte bir kez daha kabul oluyordu duası. Kendi aldığı abdestle uzanmıştı yatağına. Medine’deki evinde, Resulullah’ın gül cemalini izleye izleye derin bir uykuya dalmak üzereydi. Doktor Ayşe Hümeyra, hayatında ilk defa o gün sırtını döndü İstanbul’a. Çünkü Peygamber, bu kez Cennetu’l-Bâkî’ye çağırıyordu onu.
Sargısından açılıp yayılan, yayıldıkça genişleyen bir halı gibi serildi bozkır ayaklarının altına. Dağlar önünü kesmese yoluna devam edip gidecekti. Rengiyle yakuta rakip çıkan it burunları, sevilip sevilmediğini bilmek isteyenlere beyaz taç yapraklarıyla hakikati söyleyen babasalar, el ayası gibi açılıp parmak uçlarından uyku dağıtan gavurgalar, bir ayna bulsa kendini seyretmeye doymayacak navrıs çiçekleri, minik yaprakların arasından başlarını uzatıp fark edilmeyi bekleyen kızılcıklar, kuruyan kabukları birbirine değdikçe hışırdayan iğdeler bu koca halının üzerinde oynayan çocuklar gibi şenlik getiriyordu bozkıra.
... Kaleye giderken yolda karşılaştığı Yüzbaşı Ortiz’le başlayan ilk düğümün akabinde, kaleden bir ân önce ayrılmak istediğini söylemek üzere gittiği Binbaşı Matti’nin odasından görünen kuzeydeki Tatar Çölü’nün manzarası gelir. Tüm direnmesine ve çırpınmasına rağmen kale, bir hırsız gibi ondan geçmişini çalar ve yerine kendisi geçer. Bir insanın günlük yaşamında sürekli tekerrür eden küçük olayların bile, insanı yaşadığı mekâna bağladığını anlatan bir sürü örnekten biridir sarnıcın sesi. Geceleri bütün kalenin koridorlarını dolaşan bu ses, ilk geceden Dragon’un uykusunu zehretmesine rağmen, daha sonraları ona sarılarak uyuyacaktır Dragon. ...
... Bugün kimsenin beline şed bağlanmıyor. Dolayısıyla kimse kendini bir yere ait hissetmiyor; kalbinin ibresi bozulduğunda, o kuşağı bağlayan elin, onu geri almaya hakkı olduğunu bilmiyor. Kimsenin eline icazetname verilmiyor bugün. Dolayısıyla kimse, icra ettiği mesleğin esrarını, inceliklerini kendisine ulaştıran zatları tanımıyor ve onların duasıyla yola çıkmanın ne türlü bir saadet olduğunu bilmiyor. ...
Edebiyatın derdi insandır. İnsanın ruhu... En kalabalık ve en yorgun şehirlerinden, en ıssız ve en kimsesiz sokaklarına kadar, onun her yerini karış karış dolaşmaktır edebiyatın derdi. Elindeki haritaya ve önüne çıkan işaretlere bakarak yol almaya çalışan bir hazine avcısı gibi ruhunun derinliklerine gömülen ne varsa, ona ulaşmak ister. İnsanı insana göstermektir çünkü derdi. İnsana kendini göstermek...