Metroda küçük bir kız çocuğuyla annesi oturdu karşıma. Genç kadın koltuğa yerleşir yerleşmez telefonunu çıkardı ve etrafıyla ilişiğini kesti.
Çocuk elindeki yarı dolu su şişesini, dalgaların üstünde yalpalayan bir sandal gibi sallamaya başladı. Ona göre belki de dalgalar şişenin içindeydi. Suyun çırpınışlarını duymak için arada bir şişeyi kulağına yaklaştırıyordu çünkü. Sonra yeni bir oyun buldu kendine. Tek gözünü kapayıp fotoğraf çekiyormuş gibi dışarıda gördüğü şeyleri odaklamaya başladı. Gördüğü her neyse, boşluğa uzattığı parmağıyla onlara dokunmayı da ihmal etmedi. Etrafındaki insanları incelemeye koyuldu sonra; konuşmalarını, giyimlerini, mimiklerini… O kadar dikkatle izliyordu ki o an kızcağızın sağır olduğunu, konuşamadığını, hatta beş havâsının sadece görmekten ibaret olduğunu sandım. Metro tünele girdiğinde, duvarlara tespih boncukları gibi dizilen ışıkları saydı her defasında. Bu arada minik ayaklarını sallıyordu. Kırmızı rugan botları eteğimin ucuna değip geri kaçıyor, beni oyununa davet ediyordu. Sonra minik başını ikimizin arasındaki boşluğa uzatıp ayaklarının bana değip değmediğini kontrol etti; sevimli kız, edepli kız.
Ne olduysa bundan sonra oldu. Kadın telefondan bıkıp kızının eline bırakıverdi bir anda. Gözlerini kapayıp uyur gibi yaptı. İzlemeye doyamadığım o masal kahramanı montunun içine saklandı, minik burnuna kadar gömdü kendini. Bitkisel hayattaki hastaların makineye bağlanması gibi elindeki telefona bağlandı bütün dikkati, hayal dünyası… Şişenin içindeki dalgaları unuttu. Çektiği fotoğrafları, saydığı ışıkları... Kör oldu, sağır oldu, dilsiz, hissiz… Kelebek gibi uçuşan ayakları durdu, vazgeçti eteğimi çekiştirmekten.