ANA SAYFA » KIRK BİR KERE İSTANBUL » Kırk Bir Kere İstanbul'dan Seçmeler » Süleymaniye Kütüphanesi
YA KEBÎKEC!
...
Kitaplar kadar onları yazan, yazdırtan yahut buraya emanet edenlerin de müşterek korkusudur bunlar. Bu yüzden olacak, kitapların ilk sayfalarına “Ya Kebîkec!” yazardı eskiler. Kebîkec, kitap kurtlarının kendisinden korktukları bir melekti rivayete göre veya kitap kurtlarının şeyhi. İlk sayfada bu nidayı gören gören kurtlar, korkularından ve saygılarından yaklaşamazlardı kitaba. Böyle inanılsa da esasen kebîkec, zehirli bir bitkiydi ve mürekkebe mezcedilirdi. İçine kebîkec katılmış mürekkeple yazılan eser çok daha ömürlü olurdu diğerlerinden.
Her şeye rağmen kurtlar tarafından yenmiş, ciltleri parçalanmış, sayfaları dağılmış bir sürü eser vardı Süleymaniye Kütüphanesi’nde. Bu eserler bakıma muhtaç birer hasta gibi ıstırap çektikleri için onların seslerine kulak verdi kütüphane ve 1962’de açtığı bir birimle yaklaşık yirmi bin eseri tedavi etti.
Arapça, Farsça ve Osmanlıca okuyabilecek her okura; haftanın altı günü kapıları açık olan Süleymaniye Kütüphanesi, duvarlarının içinde altı yüz küsur yıllık dipdiri bir hafızayı korumaktadır. Süleymaniye Camii’nin minaresinden Evvel ve Sani Medreseleri’ne bir kez olsun bakmak nasip olursa, rüzgâr sert tokatlar atacaktır aşağıdaki kitabı göstermek için. Yıllardır ortadan açılı duran, kimseciklerin fark etmediği koskoca bir kitabı; sağ kapağının yerinde Sani, sol kapağın yerinde Evvel Medresesi olan Süleymaniye Kütüphanesi’ni.
...
Metnin tamamı için: Kırk Bir Kere İstanbul, Şule Yayınları, 2013, sf. 177-183.
Bunca güzellik mabetten çok müzeye çevirmiştir Rüstem Paşa Camii’ni. Seyyahları hiç eksik olmaz. Her gün yüzlerce göz süzülür kubbeden payelere. Flaşlar duvarların, çiniler seyyahların gözlerini kamaştırır. Uzak diyarlardan sırf çinileri görmek için gelen gözleri… Ömründe hiç mavi görmemiş bir delikanlı girer cümle kapısından. Elinden tutan beyaz âsâsı mihraba kadar götürür onu. Seyyahlar bir bir terk ederken camiyi, o secdeye kapanmış vazodaki menekşelerin kokusunu çekmektedir içine.
Orta yerinde havuzu yoktur Şark Kahvesi’nin. Su sesi de yoktur bu yüzden. Lâkin elini uzatıverse biri, suyunu akıtmaya âmâde bekleyen mermer bir çeşmesi vardır girişte. Köşede gelin gibi süzülen bir semaver, kahve dövmekten emekli koca bir dibek…
Güneşi bile unutmuş toprak, gül vermeyi öğrenir onun elinde. Saçlarının telleri birbirine karışmış ağaçlar, kendilerine çeki düzen vermeyi… Gözleri de hayran bırakır tekke böylece, gönülleri olduğu kadar. Kapısından misafir eksik olmaz. Yemeğini yemeden, şerbetini içmeden kalkıp giden olmadığı gibi. Bu kapıya gelip de sadakasını almayan bir fakir yoktur. Bu kapıya gelip de duasını almayan bir tek fakir: Vezirler, paşalar, divan erbabı, esnaf, halk…
Vaktiyle yangın gözetleyip şehri bu afetten haberdar eden kulenin eteğine bir kıvılcım sıçradı on sekizinci asırda. Fark edilene kadar, kızıl renkli bir alev sardı kuleyi. O günkü âfeti beyitlere taşıyan Vahidî, dil-i âşık gibi yandığını söyler kulenin. Yüzü gözü tanınmayacak hâle gelen kuleye III.Selim sahip çıktı ve onu yeniden eski hâline kavuşturdu.